KUŞLAR VE İNSANLAR…

Bir kanat çırpma sesi geldi içeriden bir yerden. Belki de açık mutfak penceresinin önündendi. Kalkıp baktım. İçimdeki öfkeyle karışmış üzüntüyü alır diye umuyordum. Ama kimse yoktu.

Kuşlar bile kaçıyorlar bizden diye düşündüm. Biz birbirimizden neden kaçmayalım ki? Koca göğün içinde olan onlar. Ve yukarıdan bakıp dünya üzerine yayılmış bunca saçmalığı, insanın zaman zaman nasıl da korkunç bir yaratığa dönüştüğünü gören onlar. Hangi kuş bir başka kuşun hayatını alır sırf öfkelendi diye? Ve hangi kuş sürüsü kendilerinden olan bir başka kuş toprak üzerine düştü, hayata veda etti diye sevinçle kanat çırpar, daireler çizer gökyüzünde?

Hep derdim ya, yine dedim “İnsan olmak çok zor iş.” Ve bu kez peşine başka bir cümle daha ekledim: “İnsanca yaşamaya çalışmak, tıpkı sana benzeyen ve adlarına insan diyen bir güruhla aynı toprak üzerinde nefes almaya çalışmak daha da zor…”
RESİM: Rene Magritte

HER ZAMAN GÖRÜNDÜĞÜ GİBİ DEĞİL

Ben sabah mahmurluğundan sıyrılamadan daha hışımla odaya girdi iki elini masama dayayıp, gergin bir yüz ifadesiyle: “Sana birşey soracağım.” dedi. “Sana da günaydın” dedim. Günaydın dedi geçiştirerek ve aklına saplanıp durmuş orada büyüyüp dal budak salmış soruyu sordu: “Senin bana bir küslüğün, kırgınlığın mı var?” Şaşkınlıktan büyümüş gözlerle baktım. “Ne küskünlüğü?” diyebildim sadece. Başladı anlatmaya, şuradayken şöyle oldu buradayken böyle oldu, şurdan geliyordum bana bakmadın… Şaşırdıkça şaşırdım. Beni hiç tanımadığı nasıl da ortadaydı. İşin garibi onunla küsebilecek bir yakınlığımız yoktu. “Merhaba” ve “nasılsın”lardan ibaret karşılaşmalar, aynı masada bulunulduğunda havadan sudan sohbetler falan filan.Hepsi buydu. Bu kadar mesafede duran birine insan neden kırılsın ki?

“Bak Zeynep” diye başladım söze şaşkınlığımı atar atmaz “ben birine kırıldığım zaman gidip onunla konuşurum. Kırgınlığımı ona anlatır ve onun sebeplerini dinlerim. Kendi kendine küsüp karşısındakine haksızlık edenlerden değilim ben. Tam aksine olayı çözme tarafında olanlardanım. O nedenle için rahat olsun. Eğer seninle ilgili bir sorun olursa, ki şu anda yok, gelip bunu seninle konuşurum. Kendi kendime küsüp, bunu davranışlarımdan anlamaya çalışmanı beklemem. Kısaca senin aklını bulandırmam. Aynı şekilde senin de bana bu şekilde davranmanı beklerim.”dedim. “Sevindim kırgın olmadığına” dedi. “Neden kırgın olayım ki?” dedim. Sahi neden kırgın olacaktım ki? “Olur ya” dedi “farkında olmadan birşey yapmış olurum.” Güldüm. “Merak etme farkında olmadan birşey yaparsan farkında olmanı sağlarım ve anında çözeriz. Hem küsmek de nedir? Çocuk muyuz?”

“O davranışlara gelince” dedim “benim kafam çok dalgındır. Senin buraya geldiğin zamanların çoğunda, hani şu senin soğuk sandığın davranışlardan söz ediyorum, ben çok yoğun bir şekilde çalışıyordum. Benim gibi zar zor konsantre olan biri için yaptığı işten o an için kopmak yeniden başa dönmek anlamına gelir. Bunu bilmeyebilirsin ama öyle. Sokaktaki seni görmemiş olma olayıma gelince ben bir miyobum. Üstelik gözlük takmamakta ısrar eden bir miyobum. O kadar uzaktan seni görmemiş olmam doğal değil mi sence?”

“Anlıyorum” dedi mırıldanarak. “Bak” dedim “bu olanları bana oldukları anda söyleseydin eğer, mesela yolda sana selam vermeden geçtiğim vakit, yanıma gelip bana “merhaba” deseydin herşeyi anında açığa kavuşturacaktık. Ya da senin soğuk sandığın davranışları daha iyi niyetle yorumlasaydın ve başını çevirip ekranıma baksaydın ya da masamın üzerine yığılmış kağıt yığınına o zaman anlardın o davranışlar soğukluk alameti değil yoğunluk alameti.”

O gidince uzun uzun düşündüm. Aslında olan biten kendi üzerimize fazla yoğunlaşıp karşımızdakinin bulunduğu durumu göz ardı ediyor olmaktan kaynaklanıyordu. Biz sanıyorduk ki karşımızdakinin aklı başka birşeye yoğunlaşmış olamaz ve herşey göründüğü gibidir. Sanırım biraz karşıdakinin tarafına geçip oradan bakmak gerekiyordu sorun yaşamamak için. Ve sanırım biraz da görünenin her zaman göründüğü gibi olmadığını unutmamak…
Resim: Carlo Maria Mariani

DELİKANLI

Kapının kuytusunda duruyordum. Yok öyle saklanmak falan gibi bir niyetim yoktu. Sadece duruyordum. Hepsi bu. Eğer bir ad koymak gerekirse sabah mahmurluğu denebilir belki. Ya da o hali tanımlamak gerekiyorsa illa; işe gitmekle yatağa dönmek arasında kalmış bir ruhun arafı diyebiliriz o kapının kuytusuna.

Sonra yandaki evin dış kapısı açıldı ve gümbürtüyle kapandı. Anladım ki o delikanlı çıkıyor sokağa. Hep böyle kapardı kapıyı ve her sabah aynı saatte okul yoluna düşerdi. O kapının çarptığını duyanlar bunu o çocuğun ergenliğine verir, ses etmezlerdi. Her sabah karşılaşırdık. “Günaydın” derdim ben, onun hep toprağa bakan başı önce bir şaşırır, sonra sanki gizli alanına girilmiş gibi gerilir ve en sonunda dudakları belli belirsiz kımıldar “günaydın” diye karşılık verirdi.
Ama bu kez kuytudaydım. İyi ki de oradaydım. Bu kez alanına girmedim. Bu kez kendi olmasına sabahın bu saatini kendisi olarak yaşamasına izin verdim farkında olmadan. İnsan farkında olmadan yaptıklarından da birşeyler öğrenir mi? Öğrenirmiş. Bunu bu sabah olan bitenden sonra anladım.

Sallana sallana geçti sokaktan. Ağır ağır. Mırıldanıyordu. Sanırım bir şarkıydı bu. Çok kısık bir sesle söylüyordu. Sonra saçlarını düzeltti. Bir erkek olmakla bir çocuk olmak arasında kalmış kararsız bedeni üzerindeki giysileri yokladı eliyle. Pantolonda bir saç buldu ve gömleğinin kolunda bir kırışık farketti. Saçı attı, kırışığı yapabildiğince düzeltti. Sonra burun deliklerini yokladı. Sanki temiz olduğundan emin olmak istiyordu. Belli ki iyi görünmek istediği biri vardı. Gülümsedim.
O gidince biz insanların ne tuhaf olduğumuzu düşündüm. Tuhaf ve asla tek kişi olmadığımızı. Tek başımızayken başka biri, karşımızda biri varken başka biriydik hepimiz. Öyle ya; bana çekinerek günaydın diyen çocukla sokakta tek başına olduğunu sanan, kendisini kimsenin görmediğinden adı gibi emin şu çocuk arasındaki uçurum başka türlü nasıl açıklanabilirdi ki?
Fotoğraf: channel4.com

HUZUR

Onu tanımlamak için eskiden şu kelimeyi gönül rahatlığıyla kullanabilirdik: Öfkeli. Ama şimdi, aradan bunca zaman geçmişken, karşımda duran bu yüz için aynı şeyi söylemek mümkün mü? Gözbebeklerine başka biri yerleşmiş gibi. Bambaşka huzur dolu biri.

Elleri titremiyor artık. Gözleri öyle her an birini öldürecekmiş gibi de bakmıyor. Cildi bile daha başka. Parlak, satenimsi. Etrafına garip bir huzur saçıyor. Sanki içinde öyle çok ki bu duygu, engellenemez biçimde dışına taşıyor, oradan oturduğu sandalyeye, elini koyduğu masaya, kahve fincanına dahası üzerimize bulaşıyor.

Merhabalaştıktan sonra uzun bir sessizlik oluyor. Ben şaşkınlığımdan o ise sebebini henüz bilemediğim birşeyden sessizce öylece oturuyoruz. Ondan yayılan bu ipeksi huzurdan hoşlandığımı farkediyorum. Onunla böyle, konuşmadan oturmaktan hiç sıkılmayacağımı da… Oysa eskiden böyle miydi? Kendi sıkıntımıza onun öfkesini sarıp sarmalamaktan delicesine kaçardık. Öfkesi öyle yakıcı öyle yıkıcıydı ki çok geçmeden mutlu başlayan bir günü ömrün ziyan olmuş günleri hanesine ekletiverirdi. Oysa şimdi…

Sessizliği bozuyor ve ona nasıl olduğunu soruyorum. Tatlı bir gülümsemeyle “iyiyim” diyor “hem de hiç olmadığım kadar iyi” Ben de gülümsüyorum: “Farkındayım” diyorum. “Farkındayım ve sebebini merak ediyorum.” Birşey olmuş ve olan o şey her ne ise onu değiştirmiş, bambaşka birine dönüştürmüş. Susuyor gülümsemekle yetiniyor. Nasıl ve nereden başlayacağını bilemiyor gibi bir hali var. Kahve fincanını masaya bırakıyor. Ona zaman kazandırmak için: “Bir tane daha?” diyorum. Eliyle hayır diyor. Yine susuyoruz. Birileri gelip gidiyor, birşeyler soruyorlar, cevap veriyorum. O ise gülümseyerek bizi izliyor.

Herkes gidince “Nasıl bu kadar değiştiğini gerçekten merak ediyorum.” diyorum. “Herşey değişir” diyor gülümseyerek. “Öyle” diyorum “herşey değişir ama senin değişeceğine ihtimal vermiyordum doğrusu.” Ellerine bakıyor. Sanki geçmişin kuyusundan birşeyleri bulmaya çalışır gibi. Dalıyor uzun uzun. Öfkesini anımsıyor yüzünü buruşturarak. Ona kaçtığı herşeyi anımsatmışım gibi suçlu hissediyorum kendimi. Konuyu değiştirmek için birşeyler aranıyorum ama bu da kelimelerimi yitirdiğim anlardan biri.

O sırada imdadıma çaycı yetişiyor. Hemen iki çay söylüyorum. Olan biten onu dalgınlığından kurtarıyor. Havadan sudan söz ediyoruz. Ne ben ne de o, konuyu açmıyoruz. Onun hikayesini anlatmak istemediğini farkediyorum. Çaylarımız bitiyor. Sakince kalkıyor yerinden. Uzattığı elini sıkıyorum. Elinin ılıklığının ruhunun ılıklığı olduğunu düşünüyorum tam o an. Ve merak edilecek bir hikaye olmadığını, mutlu sonların bazen hikayelerin kendisinden daha önemli olduğunu…
RESİM: John William Godward

EMEK

12.08.2006 tarihinde Milliyet Bloga “İçilen Kahveler” isimli şöyle bir yazı yazmıştım:

Her kahve aynı tadı taşımaz… Nerede içiyorsan, kiminle içiyorsan ona göre değişir…

Sahilde oturduğun rüzgarlı bir sonbahar günü, en sevdiğin dostun ağlarken içtiğin kahvenin tadı kederlidir… Kahve telvesine yüreğinin acısı karışır…

Bir pazar öğle sonrası annenin “hadi bir kahve yap da içelim” dediği kahve huzurludur… Köpükler annenin göz bebeklerine yansır… Dudağının kıyısında kalan küçük bir gülümsemedir…

Bir gece vakti zil zurna sarhoş birinin içtiği kahve düşülen kuyudan çıkma çabasıdır… Koyu kıvamlı kahverengi bir ipe tutunur çıkarsın… Çıktığın an uyuyakalırsın… Ferahlıktır…

Dostlarla içilen kahve neşedir… Kahkahalar köpüklerin üzerinde yüzer…

Tek başına gece vakti balkonda içtiğin kahve yalnızlıktır… Acıdır tadı… Ama garip de bir keyfi, lezzeti vardır…

Baban için yaptığın kahve sevgi doludur… Çay bardağında, az şekerli… Kahve gibi görünmez sana… Ama sıcaktır, dumanları tüter ve kokusu büyülüdür…

Beklemediğin bir anda sana uzatılan kahve başkadır… İçini ısıtır insanın…

Yorgun olduğunda içtiğin kahve hafifletir seni… Kendine getirir, unutturur günün ağırlığını…

Kahve aynı kahvedir belki… Köpüğüyle, rengiyle, dumanıyla aynı kahvedir… Ama içilen kahveler ruhunun süzgecinden geçer ve tadları değişir… Her kahve aynı değildir bu yüzden…”

Onu yazdığım zamanı çok iyi anımsıyorum. Bir öğle sonuydu. Annem, erkek kardeşim ve ben kahve keyfi yapmış ve kahve üzerine konuşmuştuk. Kaç kez ve kimler için kahve yaptığım aklımdan geçerken düşündüklerimi yazmaya karar vermiştim. Kardeşim içtiğimiz kahvenin fotoğrafını çekmiş ve ben de o fotoğrafı yazıya iliştirmiştim.

Zaman geçti ve bu yazı defalarca mail olarak gönderildi bana. Hatta başka bloglarda, forumlarda sayısız kere rastladım. Ve elbette bir tanesinde bile kaynak gösterilmiyordu ki kaynak gösterilse o kişiyi gidip alnından öperdim. İşin komik yanı Milliyet Blogda kendi yazımı çalmakla bile suçlandım. O zaman çok öfkelenmiştim ama şimdi düşününce gerçekten tam bir komedi gibi geliyor.

Bunu gerçekten çok merak ediyorum. Neden alıntılanan yazılar ve fotoğrafların kaynağı yazılmıyor? Bu, bu kadar zor mu? Bir mail zinciri başlatıyor biri ve maili alanlar elbette bilmiyorlar yazı kime ait. Bu nedenle belki onları suçlamak doğru değil. Zaten bir suçlu da aramıyorum. Derdim sadece birinin kelimelerinin bu şekilde sanki kendilerine aitmiş gibi rahat ve umursamazca kullanılışının mantığını anlamaya çalışmak. Elbette bunun bir mantığı varsa.

Bu eski yazı üzerine bu kadar laf nereden mi çıktı? Az önce bir başka yerde daha gördüm yazıyı. Elbette kaynak belirtilmiyordu. Ve tek kelime bile yazmadım o kişiye. Çünkü ben gerçekten bıkıp usandım kendi kelimelerimi başkalarının kelimeleriymiş gibi görmekten…

RESİM: Victor Gabriel Gilbert

ŞEMSİYE

Yağmur zaman zaman kesiliyor zaman zaman yeniden inmeye karar veriyor. Ofis havasız, karanlık ve bunaltıcı. Kapı önüne çıkıyorum. Biraz nefes almak için biraz insanlara bakmak için. Hem ciğerlerim nefes alsın hem de ruhum diye derin derin soluyor, uzun uzun bakıyorum.

Kültablasının yanında ayakta dikiliyorum. Kendi kendine konuşan bir kadın yaklaşıyor yanıma. Elindeki küçük şemsiyeyi kültablasının altındaki delikten atıyor. Boş meyve suyu kutuları, sigara paketlerinin doldurduğu o deliğe şemsiyenin ancak ucu sığıyor. Kadın şemsiyenin kırılmış olduğunu, artık işine yaramayacağını söylüyor. Mahcup mahcup gülümsüyor giderken. Belli ki onu neden atıyor olduğunu oradaki insanların merak edeceğini düşünüyor. Belki, kendisini koyuyor onların yerine. O olsa merak ederdi büyük ihtimalle. O gider gitmez üzeri başı kir pas içinde bir başka kadın yaklaşıp şemsiyeyi alıyor. Önce eline alıp inceliyor sonra açıyor. Bir çocuk şemsiyesi bu. İnce telleri kırılmış. Kumaşının bir yanını tel boydan boya yırtmış. Kadın evirip çeviriyor elinde. “Yok” diyor kadın “bu ölmüş artık.” Şemsiyeyi aldığı yere yeniden tıkıştırıyor. Yağmur şiddetleniyor. Kadınlar saçak altına sığınıyorlar. Şemsiye kültablasının içinde öylece duruyor.
Yağmur hafifliyor. Saçak altındakiler aceleci adımlarla uzaklaşıyorlar. Telaşlı hallerine bakıyorum. Kendilerini yağmurdan sakınışlarına… Şemsiyeyi atan kadının, onu yerinden alan ve tekrar atan kadının neden hareketlerini bize, hiç tanımadıkları bu insanlara açıklamak zorunda hissettiklerini düşünüyorum.

HERŞEY GEÇİP GİDER…

Bir adam vardı. Öyle çok iyi tanımadığım bir adam. Sulara kapılıp gitti. Ve bir kadın vardı. Çok çok iyi tanıdığım bir kadın. Bana adımı o vermişti. Hiç kullanmadığım ikinci adımı. Zamanın rüzgarında eriyip yitti. Ve beni pişman etti baştan beri o adı kullanmadığıma. Bir çocuk vardı daha doğmamıştı. Kızkardeşim bildiğimin, cismini bilmediğimiz yavrusuydu. Annesinin karnında girdaba yenik düştü. Herşey bir anda, kısacık bir zamanda olup bitti.
Ve ağaçlar vardı sonra çiçekler, evler ve insanlar, yıldızlı geceler, o gecelerin içinde çınlayan kahkahalar, kalabalıklar ve huzurlu yalnızlıklar, doğrular ve yanlışlar, hiç bitmeyecekmiş uzun güneşli günler, tatlı rüyaların beşiği geceler… Onların hayatının içinden geçip gittiler.

Sonra o adam geldi. Bir bir söyledim gidenleri. “Herşey geçip gider.”dedi “Hayat da budur.” Ve ben o cümle o adamın dudaklarından dökülürken kendimi hiç hissetmediğim kadar öksüz hissettim.

Fotoğraf: http://www.ohgizmo.com

BAKIŞ AÇISI

-Kızım kızım kızım… Ay bastın bile…
Halının beyaz kısmına, küçük bir nar tanesinin ezilmesiyle birlikte, pembe soyut bir şekil ilave oldu. Annemin çığlığı benim şaşkınlığım babamın gülüşü birbirine karışırken hepimiz eğilip lekeye baktık.

Annem; “Tüh gitti güzelim halı bu leke de çıkmaz ki!”

Ben; “Bence farkedilmiyor. Zaten halının pembeli desenleri var. Üstelik leke köşede kalmış. Boşver sorun etme.”

Babam: “Nar lekesi uğurdur uğur. İyi ki ezildi. Nar taneleri gibi güzellik yağacak evimize.”

ELEKTRİK SÜPÜRGESİ

Elektrik süpürgesi. Evet görünmez bir elin uzattığı bir elektrik süpürgesi kulağıma dayanmış da aklımın içindeki tüm curcunayı içine çekmiş gibi kaygısız duruverdim. Birden. Hiçbir sebep yokken. Sahi hiçbir sebep yok muydu?

Herkes koşturuyordu. Ve o herkesin içine ben de dahildim. Evraklar, telefonlar, gelip gidenler, dolu gelen boş giden çay bardakları, ayaklar ve kollar, kıpırdanıp duran dudaklar, zaman zaman öfkesine hakim olamayan ses telleri, dağılmış saçlar ve yana kaymış kıravatlardan mürekkep bir buluta benziyorduk. Hani gökte durup yerküre üzerindeki insanlara bakarken kendini sonsuz sanan oysa yağdığı vakit ayaklar altında çamur olan buluta. Çamur olacağımızı unutmuş çılgınca bir yaşamın içine dalmıştık. Ve kimbilir bulutun dışında kalana ne kadar da acınası görünüyorduk. Tüm gün yüzlere hiç bakmamış sadece ellere bakmıştık. Kağıtları uzatan ellere, çay bardağımızı masamıza koyan ve boşaldığı vakit geri alan ellere, klavye üzerinde koşturan parmaklara… Dedim ya bir bulutun içindeydik. Ve o bulut gökyüzünde kararsız gezinip duruyordu. Sonra o süpürge geldi. Elektrik süpürgesi. Beni bulutun, aklımın karmaşasını da kulağımın içinden çekip aldı.

El çenede göz etrafta biriydim artık. Sahi ne yapıyorduk biz? Bu kadar önemli olan ,bu kadar acil olan, bu kadar kendimizi unutturan neydi? Kim için ve ne için koşturup duruyorduk? Sonuçta ne kazanacaktık? “Vur kapıyı, çık” dedi içimin şeytanı. “Sus “dedim. “Bana altından kalkamayacağım kararlar aldırma.”

Aylaklığa övgüler düzüyordum içimden. Yeşil kırlarda kaygısız uzanıyordu aklım. Ve gülüyordum koşup duran insanlara. “Bulut dışında olan acıyormuş gerçekten halimize” dedim. Yığılmış işlere bakıp omuz silktim. Yapacaktım ve yenileri gelecekti onları bitirince de diğerleri. Hep böyle oluyordu ve hep böyle olacaktı. Tüm kağıtlar içinde kendimi unutacaktım. Ve bulut dışındakiler gözlerinden yaşlar gelinceye kadar güleceklerdi. Ve işin acı yanı güldükleri için onlara kızamayacaktım bile.

Ses kesildi. Biri elektrik süpürgesini kapadı. İçimi kaygı ve acele sararken bulut da etrafımda usul usul genişledi. Yeniden içerdeydim…

Fotoğraf: http://www.137.com

ÇORBA

O olaydan hala belli belirsiz ve yenmeye çalıştığım bir öfkeyle söz ettiğimi gördüğünde bana şunları söyledi: “Bence olayların güzel yanlarını anımsamalısın. Geçmişle ancak böyle başa çıkabilir insan. Kötü tarafları unutup güzel olanı anımsayarak…” Birazdan affetmek üzerine bir kaç laf edecek, öfkenin zehirli olduğundan dem vuracak ve affedici olmanın büyüklük olduğundan falan filan söz edecekti. Bundan emindim. O çok bilindik, herkesin birbirine tavsiye ettiği ama kimsenin asla ve asla yapmadığı şeyleri peşpeşe sıralayacaktı. Keşke yanılsaydım ama ne yazık ki yanılmadım.

Gülümsedim ve şöyle dedim:
Çok ama çok soğuk bir gün düşün. Sokakta yürüyorsun. Tam o an evlerden birinin penceresinden bakan biri seni görüyor ve kapıyı açıp içeriye davet ediyor. Sana diyor ki; “çok üşümüşsünüz. Buyrun. Size bir kase çorba ikram edeyim.” Şaşırıyor ve içeriye giriyorsun. Birazdan şaşkınlık yerini sevince bırakıyor. Bir masaya buyur ediliyorsun. Birazdan önüne bir kase sıcacık çorba konuyor. Çorbanın sıcaklığı ve kokusuyla sarhoş oluyorsun. Tam kaşığını çorbanın içine daldırmışken çorbayı yapan gelip tükürüyor içine. Elinde kaşık öylece kalakalıyorsun. Ne hissedeceğini bilemeden yeniden sokağa dönüp yürümeye başlıyorsun.Şimdi söyle bütün bu olup bitenlerden sonra o sokakta yürürken anımsayacağın ne olur?”

Şaşkın şaşkın baktı yüzüme. “Sanırım çorba olmaz.”dedi. “Elbette çorba olmaz.”dedim.”O çorbanın içine tükürülmesiyle birlikte çorba artık çorba olmaktan çıkar. İşte bu olay da tıpkı bu çorba ve tükürük hikayesine benziyor. O nedenle benden çorbayı anımsamamı isteme. Çünkü benim aklımda sadece o çorbanın içine tükürüldüğü an kaldı. Ve ben melek değilim. Bu çeşit bir kötülüğü affedecek kadar geniş kalpli de değilim. Kimse değildir. Bana şunu tavsiye edebilirsin: Çorbayı da unut tükürüğü de. Zaten yapmaya çalıştığım da bu. Ama sakın bana tükürüğü unut ve çorbanın sıcaklığını ve güzel kokusunu anımsa deme. Anlaştık mı?”

Fotoğraf: http://www.willamettecomunity.com