TOPLAM

Çok değil bir kaç gün önce başını kaldırıp gökyüzüne bakmayan, etrafta ne olduğu hiç mi hiç umurunda olmayan ve herşeyi ama herşeyi anlamsız bulan biri sabah uyandığı vakit balkonundaki sardunyalara bakıp, karşısında duran portakal ağacının yeşil yapraklarının tam üzerindeki göğün maviliğine tıpkı eskiden olduğu gibi şaşırmış bir hayranlıkla bakabiliyorsa bu birşeydir.

Her sabah öfke ile uyanan o kişi bir sabah şarkı söyleyerek uyanıyorsa, bu şarkı gün boyu içinde hiç susmuyorsa, bütün bıkkınlığı uçup gitmiş gibi, herşeyi açgözlülükle okuyor, izliyor, dinliyorsa bu birşeydir.

Ve o umutlarını biryerlerde unutmuş olduğunu sanan kişi bir sabah uyanıp, akıl almaz bir açgözlülükle, coşku ve sevinçle yaşama sarılıyorsa, kendinde yeniden o eski sevinci buluyorsa, kahkahası artık kendine yabancı gelmiyorsa ve bunu çok ama çok alışıldık buluyorsa bu da birşeydir.

Ve bütün bu şeylerin toplamı herşeyden uzaklaşmış olmakla ilgiliyse eğer ve o uzaklaşmanın adı tatilse sözcük gerçek anlamını bulmuş demektir.

KATI KÜTLE, ESNEK DAL

Bu noktaya nasıl geliyoruz bilmiyorum ama bazen hayatımda olup biten herşeyden koptuğumu hissediyorum ben. Kopmak çoğu zaman ayrılmak, yabancılaşmak, uzak düşmek anlamına gelse de benim burada sözünü ettiğim kopmak olumsuz bir anlam taşımıyor. Kontrol edilemeyen bir değişimi ve bu değişimden duyulan memnuniyeti içeriyor.

Olaylar zaman zaman akla gelmeyecek biçimde ard arda geliyor. Ve bu olayların olacağı daha önceden söylense aşırı tepki vereceğimi düşünen ben, olaylar olduğu vakit sandığımdan çok daha farklı hareket edebilme kaabiliyetine sahip olduğumu şaşkınlıkla görüyorum. Tüm bunların sonunda ise o eski, kesin ve katı fikirleri terkedip daha esnek, olayların akışına göre şekil alıp soğukkanlılıkla herşeyi yoluna koyabilen biri olmaktan memnuniyet duyuyorum. Bütün bunlar nedeniyle son zamanlarda rüzgar çıktığı vakit eğilen bir dal olmanın hayatı kırılmadan, doğru dürüst sürdürebilmek için şart olduğunu düşünüyorum.

Bazıları katılık ve kesinliğin istikrar olduğunu söylerler. Ben aynı fikirde değilim. Çünkü hayat hiç bir zaman elimizdeki kabın şeklini almıyor. Bizim kurallarımıza göre değil kendi kurallarına göre oynuyor. Ve bize o kuralları öğrenmezsek ya da kendi kurallarımızda ısrar edersek neler olacağını attığı şamarlarla gösteriyor.

Esnek olmayı boyun eğmeyle karıştırdığım zamanlar oldu benim. Keçi inadını onurlu olmakla karıştırdığım zamanlar da. Oysa bunlar arasında belirgin farklar vardı ve asıl olan burnunun dikine gitmek değil neyin en doğru olduğunu öğrenebilmekti. Aslında tüm bu inatçılık kendi beğenmişlikle çok yakından ilişkiliydi. “Ben bilirim, benim dediğim doğru, benim prensiplerim var ödün vermem” tüm bu laflar aslında yeni birşeyler öğrenmenin önünde engel değilse neydi ki? Kesin sınırlar çizilmişti ve ne ötesi vardı ne de berisi.

Ama insan farkında olmadan öğreniyor işte. Katı bir kütle gibi hayatın içinde sabit dururken aslında bir kütleden yumuşak ve esnek bir başka şeye dönüştüğünü şaşkınlıkla görüyor. İnsan ancak değiştiğinin bu şaşkınlık anlarında farkına varıyor.

KUŞLAR, DAVULCULAR VE VAMPİRLER

Kafanın içinde sürekli biri konuşuyor ya. Hani geçmişten söz edip duruyor ya da gelecek için kaygılanıyor ya. İşte o sussun da öyle uyuyayım istiyorum. Hı hı evet çok konuşuyor. Yok yok sus desem de susmuyor. Meditasyon mu? Meditasyon yaparsam susar mı o? Dingin bir deniz mi olur aklım? Evet evet ben de tam bunu istiyorum. Sahi bunu becerebilir miyim? Yaa demek pek çok kişi yapıyor bunu? Tamam ama ben meditasyon yapmayı bilmiyorum ki? Basit mi? Sahi mi? Ne yapmam gerek? Evet evet en basit olanını söyle. Bir nesneye mi odaklanayım? Yahu benim konsantrasyon sorunum var diyorum sen bana bir nesneye odaklan diyorsun. Başka bir yolu yok mu? Efendim? Etraftaki sesleri mi dinleyeyim? Evet sanırım bunu yapabilirim. Tamam çok teşekkürler. Görüşürüz. Ben de öptüm.

Fena fikir değil hani. Tüh sormayı unuttum acaba o uyguladı mı bunu? Uyguladıysa nasıl bir sonuç aldı? Arasam mı? Yok geç oldu. Gerçi daha on dakika önce konuştuk ama belki hemen uyumuştur. Neyse aramayayım. Ben şimdi güzelce yatağıma yatayım ve geçmiş geleceği düşünmeden sadece etraftaki sesleri dinleyeyim. Evet evet denemekten kimseye zarar gelmez öyle değil mi?

Pek sessiz. Sessizliğin sesi derler ya bu o olsa gerek. Bu ne kuşu acaba fiyuuuuuuut fiyut fififififiyuuuut diye öten ne kuşu olabilir ki? Google’a kuşun sesini yazsam bulur muyum acaba? Salaklaşma Fulya. Ne kuşu olduğunu boşver de çok güzelmiş sesi. Yahu hani sen meditasyon yapıyordun? Sesleri dinleyecektin hani hiç birşey düşünmeden? Kuşun ne kuşu olduğu üzerine kafa patlatmaya başladın bile. Kızım sen düşünmeden, merak etmeden sadece dinlemeyi beceremiyor musun? Haydi bakalım baştan başlayalım. Yine sessizlik. Yine. Yine. Yine. Bu ne ya? Saat kaç? Gecenin 1’i. İyi de bu davul ne? Bir davul olsa sadece iki tane birden. Yahu ramazan ayında da değiliz ki. Bir kaç ihtimal olabilir. İhtimal 1: Ramazan davulcuları alıştırma yapıyorlar. İhtimal 2: Bu bir protesto. Malum sözlere elbette. İhtimal 3: İleri akıllının biri “ulan bütün düğünler gündüz yapılıyor ben de gece yapayım da millet çılgın damat görsün” dedi. İhtimal 4: Sarhoşun teki “vurun ulan halay çekeceğim” diye davulcuları tehdit etti. Ve bu son ihtimal en akla yatkını. Çünkü, içip içip davulcu ve zurnacıyı bir arabanın içine tıkıp kafalarına silah dayayıp “çalın ulan” diyen adamlara dair çok hikaye duydum. Hala devam ediyor. Tamam bana bu kadar uzakta ama acaba o sokakta oturanlar ses çıkarmıyorlar mı? Demek çıkarmıyorlar ki adam hala bangır bangır çalıyor. Dilerim bir an önce sızar şu sarhoş herif.

Bitti. Yine sessizlik. Ne güzelmiş yahu sessizlik. E bu ne şimdi? Saat 2 oldu yan komşu çamaşır makinesini çalıştırdı. Zaten biraz vampir bir aile bunlar. Gece yemek yiyorlar, çay içiyorlar, “aşk bu değil, yapma güzel, sen insanı öldürürsün” diye devam eden şarkıya eşlik ediyorlar ve çoğu zamanda saç saça baş başa kavga ediyorlar. Biri balkona çıktı. Ne bahtı karayım ki balkonu hemen benim odamın yakınında. İnanamıyorum. Karşıdaki eve bağırıyor. “Haydi gel sana kiraz yedireyim” Deli midir nedir? Telefon etsene be adam. Kiraz mı yiyorsunuz hamburger mi ne yiyorsanız yiyin de bizim neden bütün bunlardan haberimiz olmak zorunda? Öteki kiraza hayır dedi. Bizimki bu sefer de süt teklif etti. Ona da hayır dedi. Sabah erken kalkacakmış. Ulan erken kalkacaksan gecenin ikisinde ne diye karşı pencereden bağırıp duruyorsun? Git uyu kardeşim. Şimdi ben size sütü kirazı gösteririm. Kimse yok. İçeriye girmişler hayret. Şu sesleri dinlemeyi bıraksam iyi olacak. Ben en iyisi uyumaya çalışayım. Uyuyabilirsem tabi. Şu fiyuuuuuuut fiyut fififififiyuuuut diye öten kuş nerede acaba? Sahi ne kuşuydu o?

Evet evet yapmayı denedim. Hı hı sesleri dinledim. Yok işe yaramadı. Neden mi? Bir kuş, davulcular ve vampirler yüzünden. Vallahi doğru söylüyorum. Yok yok gerçekten dalga geçmiyorum. Efendim? Evet evet ben de biliyorum vampir diye birşey olmadığını. Bu adamlar vampir değil de vampirimsi diyelim. Ya gerçekten dalga geçmiyorum. Uzun hikaye şimdi anlatamam. Yarın görüşürüz o zaman anlatırım. Şimdi işe dönmem gerek. Tamam ben de öptüm. Kendine iyi bak.
Fotoğraf: Life

GÜZEL NEDİR SOPHIA?

Bahçede üçümüz oturuyoruz. M’nin dişi ağrıyor, H ve ben ise sersem sersem etrafa bakıyoruz. M eli yanağında sessizce oturuyor, H ve ben de havadan sudan olur olmaz şeylerden sırf konuşmuş olmak için konuşuyoruz. Bunu neden yaptığımızı ikimiz de bilmiyoruz. Oysa birlikte susabilecek kadar yakınız.

O kadın tam o anda önümüzden geçiyor. Kulak hizasında kesilmiş kısa saçları var. Jöle ile tel tel ayrılmış, hafif kabartılmış. H “maaşallah ne güzel saçları” diyor. H’ye hayretle bakıyorum. Çünkü bu saçları tel tel olan kadın, H’nin tüm iyi niyetiyle söylediği sözleri yalan yanlış çarpıtarak onu çok fazla üzmüş biri. Doğal olarak H ondan hoşlanmıyor, onunla konuşmuyor ama nefret de etmiyor. Kafası pek çalışmayan, her lafı yanlış anlayan ve yanlış anlatan bir kadından beklenilebileceği ölçüde davranan, insanların sözleri ve o sözlerin altında yatan niyetler üzerine hiç düşünmeden hareket eden bir kadın bu. Dişi ağrıyan M kadına öfkeyle bakıyor. Çünkü onun da zamanında başını ağrıttı, tıpkı bana yaptığı gibi.

H’ye “bunu nasıl yapabiliyorsun?” diye soruyorum. “Neyi nasıl yapabiliyorum?” diye soruyla karşılık veriyor soruma. “Yani seni bu kadar üzmüş biri sana nasıl hala güzel görünebiliyor?” diyorum. Gülümsüyor. H’ye, benim bunu asla yapamadığımı, sevdiğim insanlar “insanlar tarafından belirlenmiş güzellik kriterlerine göre” çirkin olsalar bile bana çok ama çok güzel göründüklerini anlatıyorum. (Bu arada insanlara çirkin demek ne kadar garip, ne kadar aptalca. İnsan kendisine doğuştan verilmiş bir şey için yargılanabilir mi?) Sevmediklerim, hoşlanmadıklarım ise dünyanın en güzel insanı olsalar dahi bir türlü benim nezdimde güzel olamıyorlar.

H gülüyor ve bana fazla duygusal olduğumu söylüyor. Başımla onaylıyorum. Ama pek çok insanın sevdikleri ve sevmedikleri kriterinden yola çıkıp insanları güzel ya da tam tersi bulduğunu savunuyorum. H ise herkesin öyle olmadığını söylüyor. Ben ise bunun ancak hiç tanımadığımız, yani henüz sevmediğimiz ama nefret de etmediğimiz insanlar için mümkün olduğunda, sadece hiç tanımadıklarımızı objektif olarak değerlendirebileceğimizde ısrar ediyorum. Konuyu sonuca bağlayamıyoruz.

Şu “insanlar tarafından belirlenmiş güzellik kriterleri” konusuna takılıyorum. Güzelliğin zaman içinde tanımlanışının değişip durduğunu, her devrin güzelinin kendine özgü olduğunu düşünüyorum. Ve daha çok da bu tanımların nasıl olup da yerleştiğini? Çok eski devirlerde tombul ve beyaz tenli kadınlar şahane bulunurken şimdi neden sıska ve uzun, soluk renkli kadınların güzel diye tanımlandığını ve bundan 100 yıl sonra güzel olanın nasıl tanımlanacağını merak ediyorum. Elbette bunu asla öğrenmeyeceğim. Bir zaman makinesi icat edilip ben geleceğe gitmezsem ya da 150 yaşıma kadar yaşamazsam veya biri ölümsüzlük iksirini bulmazsa tabi…
Fotoğraf: Life

"BİRAZ KENDİNDEN BAHSETSENE"

Şimdi size biriyle tanıştırılmaktan çok korkarım dediğimde eminim gözünüzün önüne hasbelkader bir kaç arkadaş edinmiş, o hasbelkader edindiği arkadaşlarıyla da çok nadir görüşen, insanlarla bir arada bulunmaktan kaçan biri gelecektir. Fakat durum bu değil. Biriyle tanışmaktan çok korkarım çünkü o insanların çoğu şunu söylemeye kendilerini mecbur hissederler: “Biraz kendinden bahsetsene.”

Bu soruya diğer insanlar nasıl yanıt verirler bilmem ama bu soruyu duyduğum an benim sırtımdan soğuk terler boşanır. Elbette bu soruya çeşitli yanıtlar verilebilir. Mesela bir ingilizce kursu öğrencisinin diliyle: “I’m a student. I’m 18 years old. I’m from Ankara.” gibi lafları türkçeye çevirip size “biraz kendinden bahsetsene” demiş ve yeni tanıştığı biriyle ancak bu şekilde sohbet edebileceğini düşünen kişiye cevap verir, onu geçiştirir ve kalkıp oradan giderken kendinizden söz ettiğiniz cümlelere şunu da ekleyebilirsiz: “tüm bu özelliklerimin yanında aynı zamanda kaba biriyimdir.”

“Biraz kendinden bahsetsene” cümlesi yanıt bekleyen bir sorudur, evet. Fakat yanıtı hiç bir zaman dürüst olmayan bir sorudur da aynı zamanda. Çünkü bir kişinin kendisi hakkında verdiği bilgilerin çoğu aslında olmak istediği kişiyi betimler. Öğrenci olmaktan, 18 yaşında olmaktan ya da Ankaralı olmaktan söz etmiyorum elbette. Fakat bu kesinliği olan gerçekliği tartışmasız biçimde ortada olan bilgilerin de birini tanımak için pek bir anlamı yoktur sanıyorum. Yaş ortadadır zaten. İş az çok tahmin edilebilir. Ve nereli olduğunun da zerrece önemi yoktur.

Bu soru saçmadır çünkü insanın kendisi hakkında verdiği bilgiler, eğer nereden başlayıp kendisi hakkında neler anlatacağını kolaylıkla bulabilmişse, eksik, yanlış ve kişinin kendisi tarafından yorumlanarak sunulmuştur.(Doğal olarak böyledir. Çünkü kendimizi dışardan değil yalnızca içerden görebiliyoruz.) Oysa eğer birini gerçekten tanımak istiyorsan sohbeti bu soruyla başlatmak sıkıcılığını göstermezsin. Bu soruyu sorarak karşındaki insanı kilitlemez ve tüm bu tanışıklığı orada bitirmezsin. Akıllı biri isen eğer ve karşındaki ilgini çekmişse, onu tanıma isteği duyuyorsan biraz ona bakarak bir kaç söz söyleyerek, bir kaç soru sorarak sohbeti yönlendirebilirsin. O konuşurken yüzüne, el kol hareketlerine, seçtiği kelimelere, sorduğu sorulara, sen konuştuğunda sözlerinden hangisinde yüzünde merak uyandığına dikkat ederek çok daha dolu bir zaman geçirebilir ve karşındakine de aynı fırsatı tanımış olursun. Çünkü, çok insan kendini akıllı bir göz karşısında sandığından çok daha fazla ele verir.

Evet, biriyle tanışmaktan çok korkarım çünkü “biraz kendinden bahsetsene” cümlesine nasıl cevap vereceğimi asla bilemem. Dışardan bakamadığım ben’in nasıl biri olduğunu anlatamam karşımdakine. Ve anlatmayı da istemem. İsterim ki karşımda bir tilki kurnazlığıyla beni tanımaya çalışan biri olsun. Ve yine isterim ki karşımda ben kendimden söz etmediğimi sanırken bana kendimden söz ettirmeyi başaracak biri olsun. Bu o kadar zor değil. Üstelik “kendinden söz etsene” sorusunun sıkıcı cevabını da taşımaz içinde. Nasıl bulmaca çözüyorsan, nasıl parçaları birleştirip bir resim elde ediyorsan insanı tanımak da tıpkı bunun kadar eğlenceli ve merak uyandırıcıdır bence. Tabi sen eğer “biraz kendinden söz etsene” diyerek gazetenin arka sayfasındaki bulmaca cevabına bakmayı tercih etmiyorsan.

ORADA

Küçük bir pencere. Kareli ve dantelli perdeler.Tahta mutfak dolapları. Kenarları papatya desenli tabak ve kaseler. Bir kaç bardak, bir kaç çatal, kaşık. Tahta bir masa, uzunca bir bardak içine ıslanmış kır çiçekleri, çiçekli elbiseler, kısa lüleli saçlar, lacivert emaye bir çaydanlık, kışın odun sobası, kitaplar, kitaplar ve kitaplar, çam ağaçları, meşeler, adını bilmediğim diğer ağaçlar, pencereden bakınca kimi zaman karlı kimi zaman güneşli yeşil tepeler ve tadına doyulamayan bir sessizlik…
İşte tam orada, o kadının yerinde olasım var. Orada o kadının yerinde olup bu karmaşayı sanki hiç olmamış gibi, dünyanın hiç bir yerinde asla var olmayacakmış gibi unutup gidesim var.

Fotoğraf: Life

İNANÇ

Bahçenin tam ortasında duruyoruz. Her yan papatya. Gördüğüm en güzel köylerden birinde, tam tepeye kurulmuş bu evde ne kadar mutlu olunabileceğini düşünüyorum. Evin sahibi kadına da söylüyorum bunu. Kadın: “Gızım zor zor burda yaşamak. İki gün dayanaman sen.” diyor. Muhtemelen haklı. Dimdik duran bir kadın bu. Ellili yaşlarının başında ama dimdik duran bir kadın. Hızlı hızlı yürüyor.Öyle hızlı ve çevik ki insan ona bakarken başı dönüyor. “Sen burda dur da ben şu ineklere su verip geleyim.” diyor. Onu uzaktan izliyorum. Sabahın köründe uyandığı ve gecenin geç saatlerine kadar çalıştığı günleri olmalı. Ve söylediğinde çok daha zor bir hayatı…

Tam dört tane inek var. Bir köpek ve bir de kedi. Sayamadığım kadar çok tavuk. Gelişigüzel dikilmiş zeytin ağaçları ve güller var bir de. Yeniden yanıma dönüyor. Papatyalara bakıp “ne güzeller” diyorum. İnekler yiyormuş papatyaları. “sütleri burcu burcu kokar papatya yedikleri için” diyor. “Aslında” diyorum “papatyaları kurutup çay yapıyorlar. Gece uyumadan önce bir fincan içersen rahat huzurlu uyursun. Ben de kışın hep içtim.” Kadın şaşırıyor. “Ben” diyor “hiç rahat uyuyamıyom. ” Başlıyor geçen gün gelen kadını anlatmaya. “Garı geldi. Deyze dedi şu papatyaları alayım mı dedi. Gız al nolacak dedim. Heee bir sürü var zatı. Alsın nolcak. Allah’ın verdiğini guldan mı sakınacam de mi gızım? Poşetlere doldurdu aha şu yamaçtakinin hepini yoldu götürdü. Demek ki o garı da ondan toplamış.” Sonra papatyalara bakıp bir süre susuyor. “Gız essahtan iyi gelir mi? Rahat uyur mu insan içince?” Gülümsüyorum. “Ben geçen yıl hep içtim.” diyorum “rahat rahat uyudum.” Sonra düşünüyorum. Belki de ben buna inandığım için öyle uyumuşumdur. Varsın o da inansın içsin ve rahat uyusun. Hem ona bir zararı olmaz ardı ötesi bitki çayı değil mi? “Ama” diyorum “çok fazla içme. Küçük bir fincan yeter. Bitki çaylarını çok içmek zarar verirmiş.” Başını sallıyor. “Gızım” diyor “fincanınan içmesem de çay bardağıynan içsem olmaz mı?” “Olur olur” diyorum “ben sadece miktarı anlatmak için fincan dedim.” Seviniyor. “Ben bunların hepini toplar guruturum şindik” diyor. “Rahat rahat uyurum. Gızım gurban olurum sağolsasın.” “Sen sağol” diyorum.

Bu kez bahçede eşinen tavukları kovalamak için yanımdan uzaklaşıyor. Aklıma babaannem geliyor. Erkek kardeşimle birlikte baş ağrısı ilacı olarak ona verdiğimiz kırmızı bonibondan sonra “o ilaçtan alın bana başka ilaç istemem. Bir tek o kesiyor ağrılarımı” diye tutturmuştu. Bir ilaç kutusunun içine bonibonların kırmızılarını seçip doldurmuştuk. O zaman anlamıştım inancın insan vücudunun tek ilacı olduğunu.

O papatya çayı konusunda onu yeterince inandırabilmişsem eğer artık rahat uykuları olacaktı. İçten içe sevindim. Bitkilerin çok fazla tüketilmediği takdirde insana zarar vermeyeceğini biliyordum bilmesine ya yine de biraz araştırma yaptım ve o kadına verdiğim bilginin yanlış olmadığını görünce rahat etti içim. Papatya hakkında şu söyleniyordu: ” Papatya çayı, sizi yatağa huzurlu bir şekilde yatıracak bir çay. Sakinleştirici özelliği sayesinde papatya çayı, kaygılı ve sinirli bir bünyenin en iyi panzehiridir.”

Fotoğraf: Bilim ve Sağlık

AKŞAM VE YİNE AKŞAM

AKŞAMÜSTÜ

Bugün “oooo saat epey ilerlemiş” dediğimde biri bana “ölüme bir gün daha yaklaştığım için memnunum” dedi, şaşırdım. Hayattan hiç keyif almıyormuş ve “bitsin de gideyim” diye geçiyormuş her sabah aklından. Öyle bir derdi falan da yokmuş ama yine de çok sıkılıyormuş yaşamaktan. Ne garip. Oysa ben herkesi ölümden korkar sanırdım.

AKŞAM
Anneannem ilacının kapağını açamamış. Açayım diye bana uzattı. Açtım. Tüm hapları eline boşalttı. “İntihar mı ediyorsun?” dedim gülerek. “Yok” dedi ciddi bir tonla “kaç tane kalmış ona bakıyorum. Annene söyleyelim de yeni bir kutu alsın.” Sustuk bir süre. “Sen hiç intihar etmeyi düşündün mü?” diye sordum laf olsun diye. “Yok” dedi. 96 yıllık ömründe bir kez bile geçmemiş aklından. “O adam” dedi “beni iki çocukla bırakıp gittiğinde bile düşünmedim.” Eski kocasından söz ediyordu. Anladım ki hayatının en çaresiz zamanı oymuş. “O zaman bile düşünmediysem, hiç düşünür müydüm?” Sonra konuyu değiştirdi pat diye. Eskiyi anımsamak istemedi sanırım. Bahçenin köşesindeki kütükleri gösterdi. “Şunları bir parçalayan olsa, gelecek yıla hazır olurdu. Rahat ederdik hiç olmazsa, yakacak derdi olmazdı.”

YİNE AKŞAM
Biri 30 yaşında vazgeçmiş hayattan diğeri 96 yaşında gelecek kış yakacağı odunları düşünüyor. Onlar aklımda geçerken; Birini hayattan uzaklaştıran diğerini hayata böyle bağlayanın ne olduğunu merak ettim. “Peki ya ben” dedim sonra “ben hangisiyim?” Sanırım ben ikisi de değilim. Sabah uyanıp yaşayıp gidenlerdenim.
Fotoğraf: Tarık

TASMA

Bu sabah Hürriyet gazetesinde ise gördüklerime inanamadım. Çocuklarına bir çeşit tasma takmış olan insanlar için; aslında onların güvenliklerini düşündükleri, kalabalıkta kaybolmasınlar ve ellerinden fırlayıp sokağa arabaların önüne atmasınlar kendilerini diye biri böyle bir yöntem bulmuş. Dünya üzerinde bunca çocuk doğup büyümüşken ve her biri sokaklarda anne babalarının ellerini tutarak yürümüşken şimdi bu akla zarar güvenlik yöntemi kimin aklına gelmiş diye merak ettim. Bu çocuklar bir gün büyüdüklerinde anne ya da babalarının kendilerini sokaklar boyunca tasma ile sürüklediğini gösteren fotoğrafları görünce ne düşünecekler ya da nasıl hissedecekler acaba? Ben eğer kendi çocukluğuma dair böyle bir fotoğraf görseydim eminim anne ve babamın bunu bana nasıl olup da yapabildiklerini öfkeyle sorardım. Ve yine eminim ki; bir çocuğum olursa günün birinde “bu senin güvenliğin için canım” gibi saçma sapan bir bahaneyle ona asla böyle birşey takmayacağım.

FOTOĞRAF: Hürriyet

ZEHİR-PANZEHİR

“İnsan ya kendi kendine konuşur, ya kendi kendine yazar. Kendi kendine konuşmayı makbul saymazlar. Oysa ne fark var arada?” Böyle diyor Ayfer Tunç Suzan Defter adlı öyküsünde. Son günlerde ne kendi kendime konuşuyor ne de yazıyorum. Kafamın içinde uçuşuyor sözcükler ve ben kendimle zehirleniyorum.Asıl delilik alameti bu olsa gerek.

Kimin aklından geçmez ki; “bunları birine anlatmalıyım, ama kime?” düşüncesi. Ne anlatacağın değildir önemli olan. Anlatmak ve kurtulmak istersin hepsi bu. Çoğu kez söz bir yük gibidir. Düşünceler ise tonlarca ağırlıkta yüke benzerler. Susarsan kamburlaşır ruhun. Çok ama çok susarsan altında ezilirsin.

Mesela dünyaya en okkalısından bir küfür savurmak istersin bazı bazı. Biri öfkeni görsün, sözcüklerinin alevini burnunun ucunda hissetsin istersin. Ya da haksızlığa uğramışsındır. Kendini öyle aciz öyle korumasız hissediyorsundur ki biri seni dinlesin, “üzülme olur böyle şeyler” desin, arkana bu dört kelimelik yastığı dayasın da azıcık yalancıktan avun istersin. Ya da birşey coşturmuştur içini. Şu yalan küpü dünyada nasıl da böyle coştuğuna şaşırmışsındır. İstersin ki senle birlikte biri daha şaşırsın. Hem bilirsin coşku bulaşıcıdır. “Belki” dersin “benden ona, ondan bir başkasına, bir başkasından da diğerine…” Olur ya bir zincir gibi yeniden tutunuveririz yaşamaya, göğe uçmuş umutların balon olmadığını anlarız, bir bakarız ki onlar baharda geri dönüp gelen kuşlardan başkası değiller.Ya da en önemlisi zehirleniyorsundur kendi düşüncelerinden. İlk zamanlar pempe pembe açmış düşünce çiçeklerin büyüdükçe zakkum ağacına dönüşüyorlardır. Kusmaktır yazmak bu yüzden. Kendi kendine konuşmakta öyle. Kusarsın ağız dolusu sözcüğü, rahatlarsın.

Sırf zehirlenmemek için, sırf bu yükten kurtulmak için ya konuşur ya da yazarsın. Kendi kendine konuşursun bazı bazı. Uçar gider herşey. Sözcükleri göğe savurmak her babayiğidin harcı değildir bu yüzden. Söz hep muhatabını arar. Biri ile konuşursan da “kim beni anlar?” derdin vardır. Seni anlayabilecek birilerini seçmek için aklından bir bir geçer tüm tanıdıkların. Birini seçer anlatırsın, bakarsın gözlerine. “Yok bu değilmiş” dersin çoğu kez. Yine, hep yaptığın gibi unutursun; kimse birbirinin içini göremez. Düğüm olur sözcüklerin, vazgeçersin. En iyisi yazmaktır bu yüzden. Kimseyi aramak zorunda kalmazsın. Seni anlayacak olan gelip seni bulur. Yorulmazsın. Bir anlayan mutlaka çıkar. Sözcüklerini tek tek yutar ve o sözcüklerin hepsini kalbinde duyar, tek söz etmese de uzaktan el sallar. Yalnız olmadığını hissedersin. Olmayacak olur birden. Belki de olmayanı oldurduğu için yazmak ve okumak insanlara hep mucizeler sunar. Bu yüzden yazar da yazarsın. Kimse bilmez senin zehirlenmemek için kustuğunu. Ve yine kimse bilmez bir başkasının zehrinin kendine panzehir olduğunu.

İşte tüm bunlar yüzünden yazıyor ve okuyoruz çoğumuz. Yazarak kendi zehrimizi atıyoruz, okuyarak da bir başkasının zehrini alıp panzehir yapıyoruz ruhlarımıza. Ve yine tüm bunlar yüzünden okuyarak ve yazarak tutunuyoruz birbirimize, hiç ölmeyecekmiş gibi kelimelerle ayakta duruyoruz.
RESİM: Tavik František Šimon