Etiket: mim
AKLI BAŞINDA MİM’E AKLI BAŞINDAN GİTMİŞ BİR KEDİDEN CEVAPLAR
PEK ÇOK SEBEPTEN…
İnsan pek çok sebepten bir kitabı sevebilir. Şu an okuduğu kitabı sever mesela. Çünkü henüz onun içindedir. O kitabın aylak kahramanı kendisidir ne de olsa. Ve o aylak kahraman zaman zaman öyle cümleler kurmaktadır ki ve bu cümleler o kısacık hallerine rağmen öyle vurmaktadır ki okuyanı, onu yazan beyni açıp öpmek gelir insanın içinden. Mesela sinemadan çıkan insan hakkında nefis bir tespiti vardır. Ve dünya insanlarını sinema salonlarına doldurarak kurtarmak için enfes bir planı… Sırf bunun için bile sevebilir bir insan bir kitabı.
Ya da sırf kahramanı için sever insan bir kitabı. O kahraman, insanların çoğu belli bir yöne akın akın koşar gibi yaşarken, onların tam aksi yönünde ağır ağır yürür gibi yaşamaktadır. Ve İgnatius gibi bir ada sahiptir ki, o ad yüzünden de bir o kadar sevilesidir. Ne yaparsa yapsın seversin onu. Bağırıp çağırdığında, akla gelebilecek tüm toplumsal kuralları hiçe saydığında, senin başkasında ayıplayacağın pek çok şeyi yaptığında dahi inatla seversin. Ve dua edersin İgnatius gibi insanlar yaşasın dünyada diye. “Onun deliliğine sahip üç beş kişi olsa” diye geçer aklından “dünya daha da renkli olurdu…”
Ve insan bir tek dize için bile sevebilir bir kitabı. “İkimiz birden sevinebiliriz, göğe bakalım” dediğin an bir alay güvercin havalanıyormuş kalbinden gibi bir hisse kapıldığın için seversin o yeşil kapaklı kitabı mesela. Alıp dizeleri öpersin. Ve dünyaya bir Turgut Uyar gelmiş olduğu için şükredersin.
Pek çok sebeple sevilebilir bir kitap ama pek azından söz edebilir insan. Çünkü bilir ki ne kadar söz ederse etsin geride kalan kocaman bir denizdir. Ve henüz ayakların bile ıslanmamıştır ki “suyu severim” diyebilesin…
NOT: Mim Journey to Orient ve Mevsimlerden Roma‘ya gitsin. Eğer yazmamışlarsa bu konuda ve yazmak isterlerse…
SAHİ KİMİM BEN?
Elimi ayağıma dolaştıran bir soru olmuştur: “Kimsin sen?” sorusu. Ve içten içe şunu demişimdir: “Sahi kimim ben?” İnsan kendini ne ile nasıl tarif etmeli? Görünür yüzünü mü anlatmalı yoksa bir kendisinin bildiğini mi? Peki insan tam kim olduğunu söylediği anda, sözü tam bittiğinde yani, aslında söylediği olmadığını farketmez mi? Saniye saniye değişmez mi insan? Hayat tıpkı bir kaya üzerinden usul usul esip de küçük parçacıklar koparır gibi bizim de üzerimizden birşeyler koparmaz mı? Ya kuşlar? Onlar da bir kaya üzerine getirip küçük parçalar bırakmaz mı? Deniz, dalgalarıyla dövüp şeklimizi değiştirmez mi? Güneş, ışıklarıyla yakıp kavurmaz mı? Ve bütün bunlar yüzünden an be an başka birine dönüşmez miyiz? Tüm bunlardan sonra geri kalan mıyız yoksa sürekli aşınan ve yenilenen mi? Ama bir kayanın da özü var değil mi? Öyle ise şimdi o özden söz etmeli.
Yaşını söylemekten sakınanlardan olmadım ben. Otuz altı yaşıma günler kala, dolu dolu acısıyla tatlısıyla yaşanmış bir hayat için hep şükredenlerden oldum. Küçük bir kentte başlamış hayatıma kocaman kentlerde boğularak devam ettim. Anladım ki kalabalıklar bana göre değil. “Bir an önce gitmeli” dedim. “Sessiz ve gürültüsüz diyarlara.” Dediğimi yaptım ve hiç de pişman olmadım. Hayatın binbir delikten sızıp durduğu yerlerdense bir oluktan aktığı kentlerde yaşamayı sevdim.
Hep okuyan yazan oldum. “Kendimi tek sözle tanımlamam gerekse böyle derim” diye düşündüm. Kimsin sen? Okur-yazarım ben. Bitti. Sonra çok daha önemli birşeyi farkettim. İnsan olarak doğduğumuzu ama zamanla bunu kaybettiğimizi ve hayatın bir yerinde eğer gözlerimiz gerçekten görüyorsa bunu farkedip yeniden insan olmak için kendini paralamak gerektiğini. Ve bu tembel mizaca rağmen bunu yapmaya çalışmaktan bir an bile şikayet etmedim. “Çocukluğumun masumluğunu, o herşeye şaşıran halini söke söke alacağım yeniden insan olacağım” diye yeminler ettim. Hayatın kirine ve pasına bulaşmadan yapılır bu sandım ama yine yanıldığımı anladım. Oysa asıl hayatın kirini pasının içine dalarak ve onu elinden geldiğince temizleyerek yapılırmış daha sonra anladım.
Velhasılı kelam böyle bir yol çizdim kendime. Kendi üzerimdeki yosunları temizlemek için tırnaklarını kanatanlardan olmaktan onur duydum. O yolda yürürken pek çok yalan duydum, ihanete uğradım. Kederden ölürüm sandım. Ama birşey olmadı. Bütün bunların adına hayat deyip çıktım. Hayat ne zaman bir kazık atsa akabinde hemen bir hediye verdi bana, dengemi buldum.
Hala yürüyorum o yolda. Titrek çizgilerle çizdiğim haritaya bakıp “daha ne çok yolum var” diyor sonra gülüyorum. Daha çok yolum var ama ne kadar ömrüm var acaba? Ölümden korkanlardan olmadım hiç. Çünkü olacak olana engel olamayacağımı çok önce öğrendim. Ve dedim ki; “var olanı coşkuyla yaşa gerisini düşünme. Aslolan bu.”
Sahi kimim ben? “Buyum” diyeceğim birşeyim yok elimde. Olmaya çalıştığım birşeyim var sadece. Eğer bir gün O olursam belki bu soruya “ben buyum” diye yanıt verebilirim. Belki de veremem. Kimbilir?
Mim Liberter Kedi’ye gitsin…
RESİM: Amelia Jane Murray
ÇOCUKLUĞA DAİR…
7-Çocukken; annemin gündüzleri evde olmasına ihtiyaç duyardım. Öğretmendi ve ben annesi ev hanımı olan çocukları deliler gibi kıskanırdım. Bu yüzden haftasonlarını çok severdim.
ON KİTAP
DİK DUR EY EVLAT…
KİTAP YİNE KİTAP
Sevgili Meli Tila mimlemiş ve demiş ki: “kitap yazmak isteseydin ne yazmak isterdin?”
HAİN BİR KADININ PORTRESİ
“Her şey bir anda olmuştu; ağzından kelimeler nasıl döküldü anlamadı bile adam… Kadın onu aldatmıştı… Biliyordu adam aldatıldığını yıllardır, ama söylemiyordu… Kadın, aldatmış olduğunu yüzüne bir tokat çarpan adama baktı… Yıllardır biliyordu adam onu aldattığını ama neden şimdi söylemişti…
Adam kısık sesiyle sadece “neden ?” diye bildi ve kadın anlatmaya başladı…
“Her şey ilk… “
Herşey ilk… Hayır dur bir dakika. Bunun bir zamanı yok. Varsa bile ben bilmiyorum. Sadece o adam vardı. Ve bir de sen. Çok farklıydınız. Sen ele geçirilmiş olandın diğeri ise henüz ele geçirilmemiş olan. Bazıları böyledir. Elinde olan herşeyi değersiz kabul eder. Hayır alınma. Bu senin değersizliğinden değildi elbette. Bilirsin birşeyler eskidikçe yenilerini isteyenlerdenim ben. Herkes böyledir. Sen de, o da, bir başkası da… Bana hiç bilmece bırakmadın. Çözülmemiş, anlaşılmaz bir yanını ya da… İnsanların kendilerine ait sırları olmalı. Ya da anlaşılmayan bazı yanları… Ama sende yoktu bu. Sanki göğsünü yırtmış tüm kalbini ortaya sermiş gibiydin. Bilirsin işte… Hayır hayır bana dürüstlükten söz etme. Bildiğin halde herşeyi kabul etmiş görünmek mi dürüstlük? Değil. Ben ne kadar hainsem sen de bir o kadar hainsin aslında. Aslında biliyor musun tüm bu açıklamalar saçma aptalca. İhanetin açıklaması yoktur. Bir hain vardır ortada bir de ihanet edilen. Toplanıp gitmek gerekir. Tüm bu konuşmalar neden? Onurunu kırmaktan başka neye yarayacak bütün bu sözler? Aklının içinde evirip çevirecek daha da nefret edeceksin. Unutmak daha da çok zaman alacak. Bunu mu istiyorsun?
Farkında değil misinin sahiden; İnsan haindir. Hayatının bir yerinde bir zaman birine ihanet eder. Ve insan zavallıdır. Bir zaman çok sevdiği birinin mutlaka ihanetine uğrar. Tüm canlılar ihaneti tadar. Düşün sen kime ihanet ettin? Şimdi hissettiğin gibi kim zavallı hissetti senin karşında kendini? Kimse dürüst değildir. Kimse…
Resim: Titian
KAHVE KOKUSU GİBİ…
1) Seni ödüllendiren blog yazarının linkini vermek
2) Bu ödülü başka 7 blog sahibine linklerini vererek göndermek.
3) Seçilen blog yazarlarını durumdan haberdar etmek.
Öncelikle şunu söylemek istiyorum ki blogumun hemen yan tarafında linki olan tüm bloglar severek okuduğum ve içten içe blog ödülüne layık gördüğüm bloglardır zaten. Aksini söylemek mümkün mü?
Ama eğer kurala bağlı kalınacaksa, ki bu hiç benim tarzım değil, 7 isimden oluşan bir liste hazırlayabilirim. (Bugün gerçekten kuzuyum)
Bir nedenim yok. Sadece onları okumayı seviyorum. Onların kelimeleri kahve kokusu gibi. Hep içimi ısıtıyor.Hepsi bu…