keşif mimi…

Sevgili Kek ve Kahve mim yollamış. Uzun zamandır mim yazmadığım gibi bloglarda da mim görmedim.Gerçi buna şaşmamalı çünkü uzun zamandır ne blog okuyabildim ne de takip ettiğim dergileri. Hepi topu yorgunluktan kapanan gözlerle okunmaya çalışılan bir kaç sayfacık kitap. Çok fazla çalışıyor ve aşırı yorgun geçiriyorum akşamlarımı. Yorgunluk bir yana da, “bugün kendi ruhum için ne yaptım?” sorusunun yanıtının “hiçbir şey” olması kötü. Her ne ise…

Mim şöyle;

Takip ettiğiniz bloglardan ya da blogunuzda yer verdiğiniz blog listesinden baştan üçüncü sıradaki bloga girip, onun takip ettiği bloglardan(blog listesinden) -daha evvel görmediğiniz- bir bloga tıklıyorsunuz. Oradaki yazılara göz atıp birini gözünüze kestiriyor, okuyorsunuz. Hoşunuza giden bir paragrafı alıp blogunuzda paylaşıyorsunuz. Bu paragrafla alakalı birkaç cümle sarfetmeyi de ihmal etmiyorsunuz.Alıntı yaptığınız blogun son yazısına yorum olarak bu mimi düşüyor, kendi yazınıza link veriyor ve bu blog sahibini de mimlemiş olduğunuzu iletiyorsunuz.Son olarak mimlemek istediğiniz başka blogdaşlar varsa mimi onlara da yolluyorsunuz.

Ben de Sevgili Gereksiz Adam’ın bloğuna daldım ve daha önce hiç okumadığım nefis bir bloga rastladım. Bu mimin en iyi yanı da bu galiba. Kaçırdığınız güzel şeyleri bulmanız için bir vasıta. Ben de Hayat parçası’nın şu nefis satırlarına rastladım:
“Canım yavrucuğum, sakın ha paranın peşine düşmeyesin… Yeterince çalışırsan ve emek verirsen o gelip seni bulur meraklanma. Sen bulmaya çalışırsan, hırslandırır, insanlıktan çıkarır. Onurundan, gururundan, şerefinden, namusundan vazgeçme…Özellikle sevmekten, en çok sevmekten…”
Resim: Sir Lawrence Alma-Tadema

AKLI BAŞINDA MİM’E AKLI BAŞINDAN GİTMİŞ BİR KEDİDEN CEVAPLAR

Beş soruluk bir mim de Zuzuların annesinden geldi. Sorular gayet aklı başında sorular:
1) Dokunulmazlıkların kaldırılması konusunda ne düşünüyorsunuz?

2)Seçim barajı kaldırılsın mı? Neden?

3)Adayların belirlenmesinde nasıl bir yöntem uygulansın?

4)Yargı bağımsızlığı sizin için ne anlam taşıyor?

5)Beşinci soruyu siz belirlemek durumunda olsaydınız neyi öğrenmek isterdiniz?

Cevapların ise aklı başında cevaplar olduğunu söylemek zor:
 1. Efenim dokunulmazlıklara kati surette dokunulmasın. Yüce milletvekillerimiz işledikleri suçlardan “sıradan, alelade” bir vatandaş gibi yargılanıp, ceza almasınlar ki kendilerini suçsuz, günahsız, saf hissedip o temiz kalplerine leke gelmemesi için çalışıp çabalasınlar. Evet, meclis bir nevi günah çıkarılan bir yer olsun. Oraya seçilip gelenin tüm suçları affedilsin. Böylece o teeertemiz vicdanlar karar versinler bizler hakkında. Hı hı evet. (imza: sersem kedi)
 
2.Olmaz arkadaşım öyle şey. Yok halkın tüm katmanlarının temsiliymiş, yok herkes söz hakkı sahibi olsunmuş da delirdiniz galiba. Ne demişler “çoğunluk en doğruyu bilir.” Koskocamaaaaaaaan bir halk topluluğunun karşısında sen ne cüretle temsil edilmeyi istiyorsun hııı? Sana diyorum? (imza: nerde çokluk orda vardır bir bildikleri diye düşünen sersemin sersemi kedi)
 
3. Efenim adaylardan bir vesikalık bir de boy fotoğrafı istensin. Gazeteler ve televizyonlar biz bunları ezberleyinceye kadar yayınlasın fotoğrafları. Sonracığıma bu adam ya da kadıncağızlardan en çok oyu alanlar biri bizi gözetliyor tarzı bir evde 90 gün yaşasınlar. Yumruk yumruğa kavga etmeyenler, en az bir kereliğine “seviyesizlik”ten söz etmeyenler, sütten çıkmış ak kaşık olmayı benimsemeyenler hiç düşünülmeden elensin. Hatta ve hatta bu zatlar bir daha aday bile olamasın. Evet en iyisi bu. (imza: televizyonun her sorununun üstesinden geleceğine inanmış sersemötesi kedi.)
 
4. Yargı bağımsızlığı mı demiştiniz? (imza:şüpheci kedi)
 
5. “Ne olacak bu ülkenin hali?” sorusunun cevabını öğrenmek isterdim lakin on yıllardır kahvelerde, sokak köşelerinde yurdum insanı tarafından tartışılagelmiş bu sorunun cevabını kim kaybetmiş ki ben bulayım? (imza: umutsuz kedi)
 
Geldik bir mimimizin daha sonuna…
Sürçilisan ettikse affola…
Bu mim kanat takıp uça…
Ve aşağıdaki muhteremlerin başına kona…
 
NOT: Fotoğrafın nezaketler ülkesi canım Türkiyemle asla ve kat’a ilgisi yoktur. Olay tamamen başka bir mecliste geçmektedir. Bizim meclisimizde bu tip hareketler olasılık ve mantık dışıdır. (imza: gündemden habersiz kedi  ya da inkarcının dayanılmaz salaklığı)

PEK ÇOK SEBEPTEN…

Pessoa bana her sorulduğunda cevabını düşünüp düşünüp bir türlü veremediğim soruyu sordu: “En sevdiğin kitap hangisi?” Tıpkı “en sevdiğin film, en sevdiğin renk, en sevdiğin şarkı hangisi?” soruları gibi bu soruya da hiç bir zaman içime sinen bir yanıt veremedim ben. Çünkü ne zaman bir tanesinin adını söylesem diğerleri üşüştü aklıma, cevabım hep eksik kaldı.

İnsan pek çok sebepten bir kitabı sevebilir. Şu an okuduğu kitabı sever mesela. Çünkü henüz onun içindedir. O kitabın aylak kahramanı kendisidir ne de olsa. Ve o aylak kahraman zaman zaman öyle cümleler kurmaktadır ki ve bu cümleler o kısacık hallerine rağmen öyle vurmaktadır ki okuyanı, onu yazan beyni açıp öpmek gelir insanın içinden. Mesela sinemadan çıkan insan hakkında nefis bir tespiti vardır. Ve dünya insanlarını sinema salonlarına doldurarak kurtarmak için enfes bir planı… Sırf bunun için bile sevebilir bir insan bir kitabı.

Ya da sırf kahramanı için sever insan bir kitabı. O kahraman, insanların çoğu belli bir yöne akın akın koşar gibi yaşarken, onların tam aksi yönünde ağır ağır yürür gibi yaşamaktadır. Ve İgnatius gibi bir ada sahiptir ki, o ad yüzünden de bir o kadar sevilesidir. Ne yaparsa yapsın seversin onu. Bağırıp çağırdığında, akla gelebilecek tüm toplumsal kuralları hiçe saydığında, senin başkasında ayıplayacağın pek çok şeyi yaptığında dahi inatla seversin. Ve dua edersin İgnatius gibi insanlar yaşasın dünyada diye. “Onun deliliğine sahip üç beş kişi olsa” diye geçer aklından “dünya daha da renkli olurdu…”

Ve insan bir tek dize için bile sevebilir bir kitabı. “İkimiz birden sevinebiliriz, göğe bakalım” dediğin an bir alay güvercin havalanıyormuş kalbinden gibi bir hisse kapıldığın için seversin o yeşil kapaklı kitabı mesela. Alıp dizeleri öpersin. Ve dünyaya bir Turgut Uyar gelmiş olduğu için şükredersin.

Pek çok sebeple sevilebilir bir kitap ama pek azından söz edebilir insan. Çünkü bilir ki ne kadar söz ederse etsin geride kalan kocaman bir denizdir. Ve henüz ayakların bile ıslanmamıştır ki “suyu severim” diyebilesin…

NOT: Mim Journey to Orient ve Mevsimlerden Roma‘ya gitsin. Eğer yazmamışlarsa bu konuda ve yazmak isterlerse…

SAHİ KİMİM BEN?

Sevgili Arkadaşım Kara Kalem mimlemiş ve şu soruyu yanıtlamamı istemiş: “Ben kimim?”

Elimi ayağıma dolaştıran bir soru olmuştur: “Kimsin sen?” sorusu. Ve içten içe şunu demişimdir: “Sahi kimim ben?” İnsan kendini ne ile nasıl tarif etmeli? Görünür yüzünü mü anlatmalı yoksa bir kendisinin bildiğini mi? Peki insan tam kim olduğunu söylediği anda, sözü tam bittiğinde yani, aslında söylediği olmadığını farketmez mi? Saniye saniye değişmez mi insan? Hayat tıpkı bir kaya üzerinden usul usul esip de küçük parçacıklar koparır gibi bizim de üzerimizden birşeyler koparmaz mı? Ya kuşlar? Onlar da bir kaya üzerine getirip küçük parçalar bırakmaz mı? Deniz, dalgalarıyla dövüp şeklimizi değiştirmez mi? Güneş, ışıklarıyla yakıp kavurmaz mı? Ve bütün bunlar yüzünden an be an başka birine dönüşmez miyiz? Tüm bunlardan sonra geri kalan mıyız yoksa sürekli aşınan ve yenilenen mi? Ama bir kayanın da özü var değil mi? Öyle ise şimdi o özden söz etmeli.

Yaşını söylemekten sakınanlardan olmadım ben. Otuz altı yaşıma günler kala, dolu dolu acısıyla tatlısıyla yaşanmış bir hayat için hep şükredenlerden oldum. Küçük bir kentte başlamış hayatıma kocaman kentlerde boğularak devam ettim. Anladım ki kalabalıklar bana göre değil. “Bir an önce gitmeli” dedim. “Sessiz ve gürültüsüz diyarlara.” Dediğimi yaptım ve hiç de pişman olmadım. Hayatın binbir delikten sızıp durduğu yerlerdense bir oluktan aktığı kentlerde yaşamayı sevdim.

Hep okuyan yazan oldum. “Kendimi tek sözle tanımlamam gerekse böyle derim” diye düşündüm. Kimsin sen? Okur-yazarım ben. Bitti. Sonra çok daha önemli birşeyi farkettim. İnsan olarak doğduğumuzu ama zamanla bunu kaybettiğimizi ve hayatın bir yerinde eğer gözlerimiz gerçekten görüyorsa bunu farkedip yeniden insan olmak için kendini paralamak gerektiğini. Ve bu tembel mizaca rağmen bunu yapmaya çalışmaktan bir an bile şikayet etmedim. “Çocukluğumun masumluğunu, o herşeye şaşıran halini söke söke alacağım yeniden insan olacağım” diye yeminler ettim. Hayatın kirine ve pasına bulaşmadan yapılır bu sandım ama yine yanıldığımı anladım. Oysa asıl hayatın kirini pasının içine dalarak ve onu elinden geldiğince temizleyerek yapılırmış daha sonra anladım.

Velhasılı kelam böyle bir yol çizdim kendime. Kendi üzerimdeki yosunları temizlemek için tırnaklarını kanatanlardan olmaktan onur duydum. O yolda yürürken pek çok yalan duydum, ihanete uğradım. Kederden ölürüm sandım. Ama birşey olmadı. Bütün bunların adına hayat deyip çıktım. Hayat ne zaman bir kazık atsa akabinde hemen bir hediye verdi bana, dengemi buldum.

Hala yürüyorum o yolda. Titrek çizgilerle çizdiğim haritaya bakıp “daha ne çok yolum var” diyor sonra gülüyorum. Daha çok yolum var ama ne kadar ömrüm var acaba? Ölümden korkanlardan olmadım hiç. Çünkü olacak olana engel olamayacağımı çok önce öğrendim. Ve dedim ki; “var olanı coşkuyla yaşa gerisini düşünme. Aslolan bu.”

Sahi kimim ben? “Buyum” diyeceğim birşeyim yok elimde. Olmaya çalıştığım birşeyim var sadece. Eğer bir gün O olursam belki bu soruya “ben buyum” diye yanıt verebilirim. Belki de veremem. Kimbilir?

Mim Liberter Kedi’ye gitsin…

RESİM: Amelia Jane Murray

ÇOCUKLUĞA DAİR…

Sevgili Aysema Hanımefendi yine bir mim hakkında yazdığım bir yazıya yorumuyla nefis bir mim yolladı. Nefis çünkü şu an yazacaklarım bana bile süpriz olacak. Sorular aklımda nasıl cevap bulacaklar bilemiyor ve başlıyorum.

“Yeteneğe çok saygı duymuyorum. Yetenek genetiktir. Önemli olan onunla ne yaptığınızdır.” Martin Ritt
Alıştırma:
Genellikle çok derinlerde sakladığımız kazarak ortaya çıkarabileceğimiz yönlerimiz vardır. Kim ne derse desin hiçbir zaman çok geç değildir.Eksiklerimiz kadar olumlu yönlerimizi de kabul etmek oldukça önemlidir.Cümleleri tamamlayın lütfen:

1-Çocukken; derslerin hep ilk dakikalarını kaçırdım. Çünkü, tüm akşam sokakta oynar yorgunluktan bitap düşer bütün bunlara rağmen erken uyumaz ve uykuda gördüğüm masal gibi rüyalara asla doyamaz sabahları yataktan kalkamazdım.

2-Çocukken; “şundan yoksunum” diyeceğim bir cümleden yoksundum. Çocukken herhangi birşeyin eksikliğini çektiğimi anımsamıyorum. Mutlu bir çocukluktu benimkisi. O nedenle şimdi yetişkin biri olmuşken içimde çocukluğa dair ağır taşlar taşımıyorum. Mavi pembe bir çocukluk anımsadığım onun dışındaki renkler ya silinmiş hafızamdan ya da zaten yoktular.

3-Çocukken; diğer çocukların canlı canlı kabuğunu kırdıkları kaplumbağayı kurtaramadığım için, elim kolum bağlı öylece izlediğim için yaralanmış olabilirim. Bugün bile, aradan neredeyse otuz yıl geçmişken, hala o kaplumbağayı unutamamam, zaman zaman onun kabusuyla uyanmam ve bu yüzden hep kendimi suçlamam bu yaradandır.

4-Çocukken; resim yapan bir doktor olmayı hayal ederdim.

5-Çocukken; okula gitmemeyi, gün boyu evde resim yapmayı, ağaçlara tırmanmayı, her daim bahar mevsimi olmasını isterdim.

6-Evimizde asla yeterli sayıda kardeşim olmadı. Sadece bir erkek kardeşim vardı. Oysa ben kız kardeşler de istiyordum. Erkek kardeşim de bir erkek kardeşi olsun istiyordu. Bunu ne zaman dile getirsek annem ve babam “size olan ilgi ve sevgimizin bölünmesini ister misiniz?” diye sorarak bizi caydırıyorlardı. Kimbilir belki onlar da kendi ölçülerinde haklılardı.

7-Çocukken; annemin gündüzleri evde olmasına ihtiyaç duyardım. Öğretmendi ve ben annesi ev hanımı olan çocukları deliler gibi kıskanırdım. Bu yüzden haftasonlarını çok severdim.

8-Bir daha asla aynada tasa nedir bilmeyen bir çocuk yüzü göremeyeceğim için üzgünüm.

9- Yıllar boyunca; Tanrıyı merak ettim.

10- Zaman zaman başıma gelmiş üzücü olaylardan dolayı hayata inancımı kaybettim ve bu kaybımdan dolayı kendimi suçladım. Çünkü ben, hep iyi ya da kötü yaptığımız herşeyin bize tekrar ve aynı şekilde döndüğüne inananlardanım.
Mim yazmak isteyen herkese gitsin.
RESİM: Thomas Webster

ON KİTAP

Dün akşam elimdeki kitabı bırakıp Virginia Woolf’un Güncesinden bir kaç sayfa okuduktan sonra şöyle dedim: “Bu kitabı ölmeden önce mutlaka okumalıyım.” Sonra da güldüm. İnsan öldükten sonra ahlayıp vahlayamazdı ya yapamadığı birşeye. Ahlayıp vahlayamazdı ama belki gözü açık giderdi. Bu yüzden her zamanki gibi “acele etmeliyim” diye geçti aklımdan. Öyle ya acele etmeliydim çünkü daha okunmak üzere bekleyen pek çok kitap vardı ve bunların bazıları da “ölmeden önce mutlaka okumak istediklerim” işaretiyle etiketliydi.

Sonra düşündüm. Hangi kitaplar için “mutlaka ama mutlaka okunmalı” diyordum. Ve bunun ölçüsü neydi? Birilerinin tavsiyesi mi, o kitap hakkında duyduklarım ya da okuduklarım mı ya da tesadüfen okuduğum kısa bir bölüm mü? Bilemiyordum bunu elbette. Kaldı ki bunun üzerine kafa patlatmak da istemiyordum. Hepsine boşverip oturup bir liste yaptım. Başlık şöyleydi:

ÖLMEDEN ÖNCE OKUMAK İSTEDİĞİM 10 KİTAP:
1-Mesnevi- MEVLANA
2-Binbir Gece Masalları (tüm ciltler)
3-Decameron GIOVANNI BOCCACCIO
4-Saatleri Ayarlama Enstitüsü AHMET HAMDİ TANPINAR
5-Zenonun Bilinci ITALO SVEVO
6-Yaşama Uğraşı CESARE PAVESE
7-İskenderiye Dörtlüsü- LAWRENCE DURRELL
8-Anlatmak için Yaşamak GABRİEL GARCİA MARQUEZ
9-Hikayecinin Kaderi SAİT FAİK ABASIYANIK
10-Bir Yazarın Güncesi VİRGİNİA WOOLF

Listeyi bitirdikten sonra merak ettim başkalarının da böyle listeleri olup olmadığını. O yüzden bunu mime dönüştürmeye karar verdim. Ludmilla, Sera, Karakalem, Vladimir merak ediyorum da sizlerin de “ölmeden önce okumak istediğim 10 kitap” başlıklı bir listeniz var mı?

DİK DUR EY EVLAT…

Bir baba sekiz yaşındaki kızıyla ne konuşur? Ona ne anlatır ya da birlikteyken nelerden söz ederler? Babalar ve sekiz yaşındaki kızları arasında geçen konuşmalar genellenebilir mi bilmem ama benim babam ben sekiz yaşındayken bana şunlardan söz ederdi: “Sen benim kızım değil arkadaşımsın. Başkalarına göre çok küçük sayılacak bir yaştasın belki ama ben şimdi sana söyleyeceklerimi anlayacağını biliyorum. Şimdi tam anlamıyla kavrayamasan bile zamanla sen büyüdükçe, sözlerimi anımsadıkça ve üzerinde düşündükçe bunlar senin için anlam kazanacak.”

Bugün gibi anımsıyorum sözcüklerini. Kocaman açılmış meraklı gözlerle ona baktığımı da öyle… Şöyle devam etmişti: “Sen akıllı bir çocuksun ve akıllı insanlar onurludurlar. Yalan söylemezler. Ne yaparlarsa yapsınlar, ki bu çok kötü birşey olsa da, yalan söylemeye gerek duymazlar. Bu onurlu biri olmanın ilk şartıdır. Buraya kadar anlaşıldı mı?”

Kafam karışmıştı karışmasına ya yalan söylemenin yanlış birşey olduğunu anlamıştım. Zaten o güne kadar yalana pek de ihtiyacım olmamıştı. Sekiz yaşında bir çocuk neden yalana ihtiyaç duysun ki zaten? Kırmışsa kırmıştır dökmüşse de dökmüş.Hepsi bu.

Babam gözlerimin içine uzun uzun bakıp susmuştu. Gözlerimiz birbirinin tıpkısıydı ve babam orada anlayıp anlamadığımı görebiliyordu sanırım. Muhtemelen, anlamadıysam başka bir yoldan deneyecekti anlatmayı. O, henüz oluşmaya başlayan bir kişiliğin temellerini atıyordu kendince. Bir baba olarak ve bir insan olarak, doğru dürüst bir insan yetiştirme çabasındaydı. Bunun için onu kim suçlayabilir?

O uzun susuştan sonra bir parçacık da olsa anladığımı görüp devam etti: “Ve insanlar hiç yalan söylemezlerse dimdik dururlar. Dik dur bakayım.” Hafif kamburlaştırarak oturduğum koltuktan kalkmış dimdik durmuştum önünde. Kahkahlarla gülmüş o gülünce ben de gülmüştüm. O günden sonra her aklıma geldiğinde dimdik yürüdüm yollarda. Tıpkı sopa yutmuş birine benziyordum. Özellikle de babamın karşısında ona tüm söylediklerini anladığımı anlatmak istercesine iyice dik duruyordum. O ise beni her öyle gördüğünde gülüyor, başımı okşayıp “büyüyünce, büyüyünce…” diyordu.
Elbette o gün esasını kavrayamadığım bu cümleleri daha sonra anladım. Sözünü ettiği dik duruş hayat karşısında, inandıklarını savunarak ve kalbinden geçen ne ise onu göstererek yaşanmış yalansız, riyasız bir hayatı işaret ediyordu. Babam aslında “Dik dur ey evlat…” diyordu bana “dik dur ki ben de sana bakıp doğru bir iş yaptığıma inanayım. Bir baba olmaya layık olan bir adam olduğumu bilip sevineyim.”

Ben sekiz yaşındayken bunları söylerdi babam bana. Kalbimin üzerinde ışıltılı bir broş gibi taşıyacağım bu sözleri… “Dik dur ey evlat. Dik dur ki sana bakıp sevineyim….”

NOT: Enis Diker Beyefendi’nin “Dik Dur Ey İnsan…” adlı mimine cevaben yazılmıştır. Mimi yazdıklarımı okuyup birşeyler söylemek isteyen herkese paslıyorum…
RESİM: Thomas Rowlandson

KİTAP YİNE KİTAP

Sevgili Meli Tila mimlemiş ve demiş ki: “kitap yazmak isteseydin ne yazmak isterdin?”

Pek çok şey yazmak isterdim. İstiyorum da. Aklımda öyküler uçuşuyor o öyküler uzayıp romana dönüyor sonra bir köşede kendilerinden bıkılmış bir biçimde kalakalıyorlar. Küskün karakterler defterlerin arasında kurutulmuş çiçekler gibi öylece sessiz ve beklentisizler. Günün birinde bir defter açıldığında ayaklarımın üzerine düşüverecekler, yeniden hayat bulacaklar belki. Bilemiyorum…

Aslında aklımda olan, yazarken kendimin bile şaşıracağı bir öykü. İstiyorum ki; O kendini yazdırsın. Sanki var olan ama bilinmeyen bir öykünün o zamana dek gökte aylak aylak dolaşmış ve birbirini bulamamış kelimeleri beni seçsinler ve nasıl olduklarını anlamadan ait oldukları öykünün parçası oluversinler.

Bu duygu gariptir. Düşünmeden yazmaktan söz ediyorum. Yazarken hesapsız kitapsız sanki biri kulağına fısıldıyormuş gibi yazmaktan… Sadece o zaman ruhla yazıldığına inanırım ben kelimelerin, akılla değil… Ve ruhun kelimelerinin lezzetinin de bambaşka olduğuna…

Ben böyle bir kitap yazmak istiyorum. Akılla değil ruhla yazılanlardan… Ama biliyorum ki o zamana değin bu ruhun, gökteki fısıltıları duyup kelimelere dökebilmesi için daha çok yol yürümesi gerekiyor.
Mim, Sevgili Fahimbey’e gitsin.

HAİN BİR KADININ PORTRESİ

Yalnızlık Okulunun mimine cevaben;

“Her şey bir anda olmuştu; ağzından kelimeler nasıl döküldü anlamadı bile adam… Kadın onu aldatmıştı… Biliyordu adam aldatıldığını yıllardır, ama söylemiyordu… Kadın, aldatmış olduğunu yüzüne bir tokat çarpan adama baktı… Yıllardır biliyordu adam onu aldattığını ama neden şimdi söylemişti…
Adam kısık sesiyle sadece “neden ?” diye bildi ve kadın anlatmaya başladı…
“Her şey ilk… “

Herşey ilk… Hayır dur bir dakika. Bunun bir zamanı yok. Varsa bile ben bilmiyorum. Sadece o adam vardı. Ve bir de sen. Çok farklıydınız. Sen ele geçirilmiş olandın diğeri ise henüz ele geçirilmemiş olan. Bazıları böyledir. Elinde olan herşeyi değersiz kabul eder. Hayır alınma. Bu senin değersizliğinden değildi elbette. Bilirsin birşeyler eskidikçe yenilerini isteyenlerdenim ben. Herkes böyledir. Sen de, o da, bir başkası da… Bana hiç bilmece bırakmadın. Çözülmemiş, anlaşılmaz bir yanını ya da… İnsanların kendilerine ait sırları olmalı. Ya da anlaşılmayan bazı yanları… Ama sende yoktu bu. Sanki göğsünü yırtmış tüm kalbini ortaya sermiş gibiydin. Bilirsin işte… Hayır hayır bana dürüstlükten söz etme. Bildiğin halde herşeyi kabul etmiş görünmek mi dürüstlük? Değil. Ben ne kadar hainsem sen de bir o kadar hainsin aslında. Aslında biliyor musun tüm bu açıklamalar saçma aptalca. İhanetin açıklaması yoktur. Bir hain vardır ortada bir de ihanet edilen. Toplanıp gitmek gerekir. Tüm bu konuşmalar neden? Onurunu kırmaktan başka neye yarayacak bütün bu sözler? Aklının içinde evirip çevirecek daha da nefret edeceksin. Unutmak daha da çok zaman alacak. Bunu mu istiyorsun?

Farkında değil misinin sahiden; İnsan haindir. Hayatının bir yerinde bir zaman birine ihanet eder. Ve insan zavallıdır. Bir zaman çok sevdiği birinin mutlaka ihanetine uğrar. Tüm canlılar ihaneti tadar. Düşün sen kime ihanet ettin? Şimdi hissettiğin gibi kim zavallı hissetti senin karşında kendini? Kimse dürüst değildir. Kimse…

Resim: Titian

KAHVE KOKUSU GİBİ…

Sevgili Mevsimlerden Roma, T.U.B.A ve İMGE beni “i love your blog” ödülüne layık görmüşler. Mutlu oldum, gülümsedim. Her ikisine de çok teşekkür ediyorum.
1) Seni ödüllendiren blog yazarının linkini vermek
2) Bu ödülü başka 7 blog sahibine linklerini vererek göndermek.

3) Seçilen blog yazarlarını durumdan haberdar etmek.

Öncelikle şunu söylemek istiyorum ki blogumun hemen yan tarafında linki olan tüm bloglar severek okuduğum ve içten içe blog ödülüne layık gördüğüm bloglardır zaten. Aksini söylemek mümkün mü?

Ama eğer kurala bağlı kalınacaksa, ki bu hiç benim tarzım değil, 7 isimden oluşan bir liste hazırlayabilirim. (Bugün gerçekten kuzuyum)


Bir nedenim yok. Sadece onları okumayı seviyorum. Onların kelimeleri kahve kokusu gibi. Hep içimi ısıtıyor.Hepsi bu…