denge

Adam çayına tek bir şeker atıyor. Nasıl da zarif bir hareketle, tek bir şeker. O çayını ağır ağır karıştırırken hiçbir şeyi kararında yapamadığımı düşünüyorum. Bir zamanlar üç hatta belki dört şekerle içtiğim çayı uzun zamandır hiç şekersiz içiyorum. 
İnsanlar bu dengeyi nasıl sağlıyor ve nasıl koruyorlar merak ediyorum. Mesela sadece yemeklerden sonra sigara içenler var bildiğim. Oysa ben ne zaman sevinsem ne zaman üzülsem hatta hiçbir şey hissetmesem bile kültablalarını tepeleme dolduruyorum. Bir gün sigara ile aramız bozulursa -ki umarım bozulur- biliyorum ki bir daha elime bile almayacağım.
Bu dengesizlik durumu sevinç ve kederde de aynı. Bir sabah kederden içim katılırken bir sabah küçük bir serçe gibi neşe içinde uyanıyorum. Elbette ikisinin de sebebini bilmiyorum. Rüyalardır belki. Herşeyi dibine kadar gerçek sanan benim gibi birinin rüyalarını da gerçek sanması, her ne olduysa o anda hissettiğini günün geri kalanına da taşıması çok acaip değil.
Bir kız tanırdım eskiden. Uzun, sarı, her daim temiz ve uzun uzun fırçalanmış saçları vardı. Aman Allah’ım düzenin ve tertibin ayaklı sembolüydü. İnce uzun ve tertemiz parmaklarıyla kırmızı minik bir ajanda çıkarırdı çantasından “bir dakika not alayım ki unutmayayım” der tüm sohbeti mahvederdi. Ben dolma kalem lekesine bulanmış parmaklarımla, kafamın üzerinde terk edilmiş bir kuş yuvası gibi duran saçlarımın darmadağın buklelerini çekiştirirdim o böyle yapınca. İşte bu kız tam bir denge timsaliydi ve hayatımda gördüğüm en sıkıcı insandı. Ne zaman ne yapacağını bilirdiniz onu tanıdıktan bir hafta sonra çünkü. Fena halde boğardı sizi bir süre sonra. Şayet onun gibi bir düzen timsali değilseniz.
Ben belki de sağı solu belli olmayan, aklını bir türlü okuyamadığım insanları sevdiğim için bir türlü dengede duramıyorumdur. Denge bana çok ama çok sıkıcı geldiği için bir uçtan diğerine zıplayıp duruyorumdur ya da. Hiçbir şeyin yüzeyinden geçmeyip dibi görmeden çıkamıyorumdur o duygudan. Seviniyorsam başım bulutlara değiyordur, üzgünsem yerin dibini boyluyorumdur bu yüzden belki. Bilmiyorum.
Resim: Alex Hall

ENDİŞEYE MAHAL YOK

Olur. İnsanın bazen gerçekten saçmalamaya ihtiyaç duyduğu zamanlar olur. Dünyayı kaplayan o kocaman saçmalık battaniyesinin ipliklerinden biri olmayı çok isteyebilir insan. Ve bu yüzden de kendisinden çok uzağa düşebilir. Başka biri olmaya ihtiyaç duyar ve normal zamanlarında asla yapmayacağı, burun kıvırdığı şeyleri yapabilir.

İşte tüm bunlar yüzünden abuk sabuk ne varsa okuyorum. Saçma sapan sohbetlerin içine giriyorum. Ve eskiden duyduğumda kulaklarımı tırmalayan şarkıları söyleyip duruyorum. Bunları bile isteye yapmıyorum elbet. Elimde olmadan saçmalığın için sürükleniyorum. Saçmalığa dahil oldukça kendimden kurtuluyorum. Ben olmaktan çıkıyorum. Sırf kendimi özleyeyim de geri döndüğümde sımsıkı sarılayım diye.

İnsan bazen kendinden sıkılamaz mı? Sıkılır elbet… İnsan bazen herşeyden ve herkesten kaçmak isteyemez mi? İster elbet…

İşte bu yüzden tüm bunlar. Ama endişeye mahal yok. Geçici. Her zaman geçti çünkü.
RESİM: Picasso

TAŞ

Bir terslik var bende. İlkbahar çok insanda “yeniden doğuyormuş” gibi bir his yaratırken bende neden böyle tüm birikenlerin altında kalmışım gibi bir his yaratıyor? Ve neden, bunun tam aksine, sonbahar sanki hayata yeni bir sayfa açıyormuşcasına bir coşku uyandırıyor içimde? Mayıs doğumlu bir insanın ruhunun ilkbaharda uyanması gerekmez mi? Dediğim gibi bir terslik var bende ama nerede bilmiyorum.

Sanırım benim takvimim sonbaharda yani eylülün ilk günü başlıyor. Beden mayısta doğmuş ruh da eylülde doğmuşsa bu kulağa mantıklı gelebilir ama böyle bir durumun söz konusu olduğunu sanmıyorum. Evet ruh bu kadar tembelken ancak aylar sonra yani eylülde uyanmış olabilir. Farkındayım saçmaladığımın üzerime gelmeyin.

Böyle hissederken saçmalamaktan daha doğal ne olabilir ki? Bu bir hak mı? Elbette değil. Ama şu sıralar saçmalamamak da benim elimde değil. Bunun için hayattan özür dilerim. Hele şu dengemi bir bulayım tüm hatalarımı telafi ederim. Hatta bunun için de söz veririm. Oldu mu? Teşekkürler.

Bu tıpkı bir yere tutunmuş olduğun ve ellerinin kayıverdiği anda uyandığın rüyalara benziyor. Düşme hissi, uyandığın zaman bile ve hatta bunun bir rüya olduğunu bildiğin zaman bile yakanı bırakmıyor. Soluk soluğa toparlanmaya çalışıyorsun ve kendi kendine “herşey yolunda herşey yolunda” diyorsun ama biliyorsun ki o düşme hissi daha bir süre seninle gittiğin her yere gelecek. O his yüzünden ne birşeye başlayabileceksin, ne birşeyi bitirebileceksin, ne vazgeçebileceksin, ne de kalsın isteyeceksin. Ortalarda bir yerlerde böyle sersem sepet seyredeceksin. Her sabah geçsin diye uyanacaksın ama geçmediğini görüp “sonsuza dek gidecek herhalde” diyeceksin. Ve herşeyi böyle anlamsız bu kadar keyifsiz bulurken yaşayıp yaşayamayacağını merak edeceksin.

Oysa kaç kez başına gelmiş ve sen kaç kez unutmuşsundur kimbilir. Böyle yalpalayıp durmuşsundur yollardan geçerken, bakar kör olmuşsundur kısa süreli, duyduğun gördüğün hiçbirşey ruhunun gözeneklerinden içeri sızamamıştır. Sonra bir sabah uyanmışsındır. Gök yine masmavi. Nasıl da şaşırmışsındır yine eskisi gibi. Bütün insanlar yeniden güzel görünmeye başlamıştır gözlerine. Dünya öyle canlı, öyle parlak ve umut her taşın ardına gizli… Ama unutmuşsundur işte. Yine böylesi vazgeçmiş birine dönüşmüşsündür ve bunun sonsuza dek seni ele geçirdiği yanılsaması içindesindir.

Oysa olan biten tüm zamanlar hoşgörüyle görmezden geldiğin herşeyin birikip bir taş gibi içine oturmasından başka birşey değildir. O yüzden böyle ağır gelirsin kendine. Ama yine unuttuğun birşey vardır. İnsan ruhu pek asitlidir. İçine oturan taşı eritir. Evet biraz zaman alır ama eritir. Hafifleyeceksin. Her zaman hafilemedin mi? Olan biten sadece bunu unutmuş olman. Hatırla…

RESİM: Carl Larsson

YİNE YAĞMUR…

20 yıl sonra yine yaptım. Yine yağmurda dolaştım. O usul usul yağarken ben ve bir başka deli daha boş sokaklarda dolanıp durduk.

Umursamamayı özlediğimi farkettim. Yağmurdan kaçan bir kaç insanın garip bakışlarını umursamamayı, hasta olma ihtimalini umursamamayı, pantolon paçalarının çamur olma ve berbat görünme ihtimalini umursamamayı, arkadaşlarımın “sen çıldırdın mı bu kadar yağarken dışarıda ne işin var” demelerini umursamamayı… O sokaklarda acelesiz adımlarla yürürken yanımdaki deliye uyduğum için ne kadar da doğru yaptığımı düşündüm. Ve insanın her zaman kendisinden daha da deli bir arkadaşa sahip olması gerektiğini….

İnsanız ve ne kadar garibiz. Hep geleceği kollayıp bugünden vazgeçeniz. Ben bugün yeniden o tasasız, gelecek kaygısız insan olmayı becerdim. Yeniden, istediğim her zaman, kaygıyı çöpe atabileceğimi öğrendim. Ve bir de hep akıllılara uyularak yaşanmış bir yaşamın aslında her zaman doğru olmadığını ve delilerin dünyayı cennet kıldıklarını…
RESİM: Maurice Brazil Prendergast

GÜNEŞLİ GÜNLERE…

Bir damlacık güneş görünce manto, ceket atanlardanım ben. Kış günü tek bir kazakla güneşe çıkıp “bedeli neyse öderiz” efeliğinin bedelini dün fazlasıyla ödedim. Sırtım, boynum tutuldu. Başağrısı da cabası… Merhemler, sıcak havlular, sırt ve boyun egzersizleri, zihni kullanarak ağrıdan kurtulmaya çalışmalar derken sabah uyandığımda ağrıdan eser kalmamıştı. “Anne” dedim “beni bu sabah doğurdun vallahi.” Annem güldü: “Demek geçti sırt ağrısı, hadi bakalım.”
Soğuk ve yağmurlu günlerden sonra güneş yüzünü gösterdiğinde yine aynı şekilde fırlar mıyım sokağa, bunu şimdiden bilemiyorum. Sanırım bu, güneşi görünce ne kadar sarhoş olacağıma bağlı…

Resim: Zhen-Huan Lu

PAZAR

Bu kez yağmurlu günler hayalimi gerçekleştirdim. Tüm sabah yağdı, ben o kırmızı kareli battaniyenin altında, hiç kalkmadan, hiç bıkıp usanmadan kitabımı okudum. Arada bir pencereye konan serçelere baktım onlar beni farketmeden. Odayı papatya çayı kokusu doldurdu ve ben sarhoş oldum. Kelimelerden mi yoksa papatya kokusundan mı bilemedim. Sonra yağmurdan olduğuna karar verdim. Zaman zaman kitabımı bırakıp sesleri dinledim. Yağmurun sesini, ıslanmış ve pencereye sığınmış küçük kuşların sesini, bahçedeki kediyi, kim olduğunu bilemediğim birikmiş yağmur sularına basmamak için atlaya zıplaya yürüyen birinin ayak seslerini…
Ve bu mutlu gün için nasıl teşekkür edeceğimi bilemedim…

Fotoğraf: /www.bookgem.com

SABAH

Bu sabah kırmızı kareli o tüylü battaniyeye sarılıp yatasım, Vonnegut’un sözcüklerini tek tek öpesim var. Ağrıyan başımı, sızlayan kemiklerimi unutup yattığım yerden bulutlara bakasım var. Odanın içine yayılmış papatya çayı kokusuyla kendimden geçesim, sessizliğin keyfini ölesiye süresim var. Telefon sesine, kapı ziline, insan sesine kulaklarımı tıkayasım pencere önüne konmuş o küçük serçenin kanat çırpışını dinleyesim var.

Ve bu sabah hayatın gündelik akışına çelme takıp onu yere seresim var…

YAĞMUR…

Son bir kaç gündür aralıksız yağmur yağıyor. Böyle havalarda insan içindeki romantizme hem şaşırıyor hem de seviniyor. Dünya böylesi bir karanlığa boğulmuşken, bizler böylesine derilerimizi yüzmüş ve canımız daha çok acımasın diye tam derimizin altındaki taşı, kendimizi dünyaya karşı savunmak için ortaya koymuşken; bu yumuşak, sıcak ve buharı üzerinde kahve kokulu romantizm yağmur gibi ruhlarımızdaki kiri pası yıkıyor.

Bir fincan kahvenin buharına bakarken, bir battaniye altında o kalın kitabın sayfaları içinde yitip gitmişken, yağmur alabildiğine yağıyorken ve ayaklarımız hala böyle sıcakken, mutfaktan güzel bir çorba kokusu her yanı kaplamışken, bir yere gitmek zorunda değilken, yatakta gün boyu kalma özgürlüğüne sahipken, salondaki televizyondan hiç beklemediğin anda sevdiğin bir şarkı kulaklarına erişmişken, saçların darmadağınıkken ve dağınık olmasının hiç bir sakıncası yokken, nefes alabiliyorken ve nefes almakla da kalmayıp hiç bir sızı, ağrı duymuyorken, sevdiğin herkes hayattayken, bin sebepli ama dillendirilemeyen bir coşkuyla doluyken yağmur soyduğun derinin altındaki taştan sızıp böyle içine doluyor.O doldukça ve sen böyle coştukça birileri gelip kalbin kapısını çalıyor.

Ayakları üşümeseydi diyorsun bir kap çorba belki… Baş üzerinde bir dam hiç olmadı bir şemsiye… Üzerine bir battaniye, bir hırka ya da… Daha iyisi yünlü bir manto. Soba başında otursa birileri… Bir kahveci alsa onu içeriye… Gel ısın dese… Soba şöyle gürül gürül yansa… Adamın yanakları kızarsa kızarsa kızarsa… Kimse anlamasa sevinçten mi ısındığı için mi kızardığını… Ah öyle olsa… Kimseler sokakta kalmasa…

Yağmur önce romantikleştiriyor sonra da kurumlu bir keder gibi yağıyor üzerine… Yüzünde ellerinde simsiyah izi kalıyor…

FOTOĞRAF: ENGİN GÜNEYSU

Kazan gibi bir kafam var bu aralar. Koca bir kaya gibi de diyebiliriz. Evet. O kafayı bahçeye çıkardım akşamın geç saatlerinde. Bir de sigara tutuşturdum ağzına ki sakinleşsin. Salonu işgal etmiş uyumsuzlar korosunu orada unutsun, sonbahara püfür püfür savursun içindeki sıkıntıyı istedim. Biraz sonra karanlıkta biri göründü. “Merhaba” dedi, ağzımın içinde dans eden dumanı üfledim. “Sana da” dedim. Kocaman gülümsedi. Hey gözünü sevdiğimin “ben ne sevimliyim” gülümsemesi. Dişlerinin arasından yapaylık akıyor be kuzum kapa azıcık ağzını çok değil azıcık. “Naber” dedim, diyeceğime pişman olacağımı bile bile. Sana ne yahu? Bu adamdan neyin kimin haberini soruyorsun. Dön arkanı iç sigaranı… İliklerimize işlemiş toplumsal salaklıklar. Kibar olalım da sahtekarlığımızın önemi yok. Nabermiş… Sanki umurumda da.
Kimyon alacakmış komşudan. “Gecenin bu saatinde mi?” diye geçiyor aklımdan. Ama dilim tutuyor kendini bu kez. O nasılsa bir açıklama getirecek. İçli köfteymiş derdi. Eh kimyonsuz da olmazmış bu meret. Vay vay vay. Gecenin bir vakti içli köfte yapacak kadar hayat dolu komşularım varmış. Vay ki vay vay… “İster misin sana da getirelim mi?” diyor. “Sağol” diyorum “ben kendim içli köfteyim zaten. Ve kendi türümden olanları yemem.” Karanlıkta kayboluyor ama kahkahası hala kulağıma doluyor. 

Nesi var bu insanların Allah aşkına?

Fotoğraf:
John Philips

BAŞLIKSIZ

Birşey var havada. Sis gibi, buhar gibi görünmeyen ama hepimizi sarıp sarmalayıveren birşey… Hani hepimizin bildiği ama adını bir türlü koyamadığı, dokunulamayan, görülemeyen, duyulamayan ancak belli belirsiz hissedilebilen…
Herkes ama herkes istisnasız sarmalanıyor onunla. Ellerimizden, gözlerimizden hatta burnumuzun ucundan damlıyor yoğunlaşıp zaman zaman. Kimse görmüyor. Sebepsiz kederlerimiz tüm bundan işte. Elimizi çenemize dayayıp dalıp gitmelerimiz, tüm bu anlamsızlık duygusu, kaçıp gitme isteğimiz, günün birden kararıvermesi bundan…

İnsan olduğun için, sırf insan olarak doğduğun için seni sarıyor bu şey. Burun deliklerinden süzülüp aklının kıyılarında zift gibi yapışıp kalıyor sonra. Görüyorsun ya da görmemezlikten geliyorsun. Bir de kendini kandıran gülüş edindin mi kendine, yaşıyorum sanıyorsun. Herşeyi, olan biteni tüm bu saçmalıkları, o ziftin altına gömüp huzurlu uykulara dalıyorsun dalmasına ya rüyalarının sınırını çizemiyorsun. Gün içinde gülen yüzün kaygıyla geriliyor sen uyurken farkedemiyorsun.

Vazgeçemiyorsun da insan olmaktan. Bir kuyruk, iki dik kulak ve ayaklarına iki ilave ayak daha ekleyip, bir kedi mahmurluğunda, ağaç altlarında tüm öğleden sonranı kaygısız bir uykuda geçiremiyorsun mesela. İşte bu yüzden sen kedilere hayranlıkla bakarken, tüm kediler sana acıyarak bakıyorlar ya. Çünkü, biliyorlar ki insan olmak zor zenaat… İnsan kalabilmek de…

Resim: http://www.gutenberg.org/files/22574/22574-h/images/illo017.jpg