ELLER…

Kim o?
Abıla Allah rızası için bir sadaka ver?
Kapıda uzun mu uzun boylu, yapılı otuz yaşlarında bir kadın duruyor. Kadına bakıyorum o da bana. Öfkeme hakim olmaya çalışarak kadına soruyorum.
-Sana iş bulsam çalışır mısın?

Omuz silkiyor.
-Bak bir arkadaşım temizlik yapacak birini arıyor. İyi de para verecek.
Eee ne diyorsun. Bak olur dersen hemen ararım. Sen de gidersin. Evet?
Hala bakıyor yüzüme.
-Abıla boşver sen işi de bana bir emek parası ver.
Öfkeden delirecek gibi oluyorum. Artık çenemi tutamıyorum.

-Sen de hiç utanma yok mu? Gururun onurun yok mu? Hadi işsizlikten dileniyorsun diyelim ,sana iş buldum diyorum oradan para kazanabilirsin diyorum sen hala benden ekmek parası istiyorsun. Ben sana artık tek söz bile etmem.

-Abıla para vermeyeceksen bari şeker, bulgur falan ver.
Kapıyı yüzüne kapatıyorum.
Anneannem bana kızıyor. Kapıya gelen insan geri çevrilmezmiş. Sinirlerim iyice geriliyor.
-Bak anneanneciğim. Sabahtan beri kapıya 3 dilenci geldi. Ve bu 3 kadın sapasağlam kadınlardı. Gençlerdi. Az önce duydun. Sana iş bulayım dedim utanmadan benden sadaka istemeye devam etti. Eh tabi ister kolay para, emek yok çalışmak yok.

-Tamam tamam diyor anneannem. Haklısın. Onlara para vererek kolaycılığa alıştırıyoruz.

-Tabi ya. Sen ben ve diğerleri para verdikçe bu adamlar neden çalışsınlar? Çalışmazlar tabi. Hatırlamıyor musun haberlerde çıkan dilencileri. Adamların ceplerinden dünyanın parası çıkıyor. O kadar parayı çalışarak kazanabilir misin kazanamazsın. Bugün el kadar çocuklar canları çıkana kadar çalışıyorlar. Aldıkları para ne kadar? Bu dilencinin bir günde topladığının kaçta kaçı? O çocuğun günahı ne peki? O çocuk da mı dilenci olsun? O da mı onurunu ayaklar altına alsın da kapı kapı dolaşıp ondan bundan para istesin? Bu adil değil. Hiç adil değil. Ve biz bu adamlara para verdikçe onlar Allah’ın adını kullanıp bizi sömürdükçe toplumun çürüyüşünü hızlandıracağız. Yarın bir gün dilenciliğin çalışmaktan daha karlı olduğunu düşünen bir tembeller ordusu ile karşı karşıya kalabiliriz.

-Tamam tamam haklısın. Haydi beni güneşe çıkar. Biraz bahçede oturalım. Sen de sakinleş bari.

Bahçe duvarına dayıyoruz sandalyeleri. Güneşin altında bir süre susuyoruz. Anneannem’in kafasını karıştırmış olduğumu okuyorum yüzünden. Gülüyorum. Bir yanı beni haklı buluyor bir yanı ise kapıya gelen insanının geri çevirilip çevirilmeyeceğini düşünüyor.
-Anneanneciğim eğer o adam açsa, kapına gelen adam yani, onun karnı doyurulur. Onu öylece sokakta bırakamazsın. Susuzsa su verirsin. Açsa yemek… Ama ben aç ve susuz olan insanlardan söz etmiyorum. Ben tembelliği ve insanların duygularını sömürmeyi adet haline getirmiş olanlardan söz ediyorum. Merak etme torunun zalim değil.

Gülüyoruz. O sırada sokağın başından çok ama çok yaşlı bir adam görünüyor. O kadar yaşlı ki ikiye bükülmüş neredeyse. Yüzü kırışık içinde, kolları bacakları incecik. O incecik kollarında mavi bir sepet. Sepetin üzerinde bembeyaz kar gibi bir bez. Adam yaklaşıyor. Duruyor yanımızda. İncecik sesiyle birşeyler söylüyor. Duyamıyoruz. Anneannem:

-Ne dedin gardaş duyamadım, diyor.

Adam yeniden mırıldanıyor. Anneannem elini uzatıp sepetin üzerindeki bezi kaldırıyor. Simitler ortaya çıkıyor. O an anlıyorum adamın simit sattığını. “Bu kadar da olmaz” diye geçiyor aklımdan. “Az önce gelene bak bir de şu zavallı adamcağıza. Sanki bu ikisi bir hikayenin olmazsa olmaz parçaları gibi ard arda geldiler. İnanılır gibi değil.”
Kalkıyorum sandalyemi ona veriyorum. Anneannem küçük cüzdanından para çıkarıyor. Alabildiği kadar simit alıyor. Adamın şaşkın bakışlarına cevap veriyor hemen anneannem:

-Çok kalabalığız biz. Torun torba bir sürü adam. Hepsine alayım da eksik kalmasın kimse.
Adamın yüzünde ışıklar büyüyor büyüyor büyüyor. İncecik sesiyle benden su istiyor. Ona hem su hem de bir bardak çay getiriyorum. Defalarca teşekkür ediyor. Ellerine bakıyorum sarılıp öpülesi ellerine. Kışın bu soğuk gününde titreyerek alın teriyle ekmeğini kazanmaya çalışan bu adama sonsuz bir saygı duyuyorum. Çayını içip usul usul geldiği yoldan geri dönüyor. Anneannem kucağında simitlerle ardından bakıyor.
-Şimdi anladın mı anneanne söylemek istediklerimi diyorum. Bu kadar yaşlı bir adam alın teri ile para kazanırken ben diğerlerine para vermem.
Anneannem başını sallıyor. Hala adamın ardından bakıyor. “haklısın kızım“diyor “haklısın

RESİM: Albrecht Durer

YÜZÜN GÜNEŞE, GÜNEŞ YÜZÜNE…

Gün güneşli olunca sokağa attık kendimizi. Kocaman ağaçların olduğu o sokaktan ağır adımlarla geçtik. O ağaçların adı neydi acaba? Kaç kez geçtiğin sokaktaki o ağaçları adını bilmemek ne tuhaftı. Sordum. Diğer üçü de bilmiyordu. Kim bilirdi ki?


Uzun bir yürüyüşün sonunda iki numara markete gitmesi gerektiğini söyledi. Bir, dört ve ben peşine takıldık. Diğer ikisini bilmem ama güneşi bırakıp marketin o parlak ışıkları altında dolaşmak hiç cazip gelmedi bana. Mızmızlanmadım. Bu kadar güzel, bu kadar güneşli bir günde mızmızlanamazdım. Parlak ışıkların altından reçel kavanozları, adını bilmediğim garip krakerler, plastik kap kacak, eflatun, pembe, sarı ve başka renklerde temizlik ürünleri, çikolatalar, peynir ve sütler geçip gitti. Marketin dar koridorunda nereye bakacağımı bilmeden öylece durdum. Sol yanımda peçete, tuvalet kağıdı ve kağıt havlular sağ yanımda gökkuşağı gibi temizlik malzemeleri.

Ben orada öylece dururken şenlikli bir dörtlü gözüktü koridorun başında. Çılgın gibi oraya buraya dağıldılar. Biri arkada kaldı. Koltuk değneklerini sürükleyerek ilerledi. Yüzünde kocaman bir gülümseme. Sahte değil en samimisinden ve hiç kaybolmayanından. Uzaktan baktım. Farkettirmeden. Korktum değneklerine baktığımı sanır diye. Oysa ben gülümseyişinin sebebine bakıyordum. Koltuk değnekleri yaklaştığında biri ona uzaktan seslendi: “Koş koş mumları buldum.” Küçük sevimli bir kahkaha attı. “Koşayım mı?” diye cevapladı diğerini. “Evet koş”dedi uzaktaki. Gülümseyişi daha da genişledi, bana dönüp: “Koş diyor duyuyor musun?” dedi. Gülümsedim ben de gördüğüm en güzel gülümsemeye. Uzaktakinden yana çevirdi başını sonra: “Koşuyorum koşuyorum.”

O giderken arkasından baktım baktım baktım. Hayat ne garipti. Kiminin içine herşeye rağmen doluyor ve gözlerinden, ağzından güneş ışıkları gibi etrafa yayılıyordu. Kimi ise herşey yolunda olmasına aldırmadan içine dolmaya çalışan hayatı kovalarla dışarıya boşaltıyordu. Sahi, hayat ne garipti…

Fotoğraf: http://www.thegreenhead.com

NEFRETADAMLAR

Kısacık bir filmdi. Sanıyorum alacakaranlık kuşağının kısa filmlerindendi. Gecenin geç vakitlerinde kardeşim ve ben, annemin tüm itirazlarına rağmen oturup izlemiştik.
Siyah beyaz bir bar sahnesiyle açılıyordu film. Barda orta yaşlı bir adam durmadan konuşuyor ve konuştuğu gibi de içiyordu. Şöyle diyordu: “Hepsinden nefret ediyorum. Onların bu dünyada yaşamaya hakları yok.” Bu ya da buna benzer şeylerdi sözleri. Sözünün muhatabı olansa siyah insanlardı. O elbette onlara siyah demek yerine “zenci” demeyi tercih ediyordu. Karşısında duran adam ise ılımlı biriydi. “Onlar sana ne yaptılar ki?” diye soruyordu. Muhtemelen şöyle düşünüyordu: birinin nefreti haketmesi için mutlaka kötü birşey yapması gerekir. Diğerinin mantıklı bir açıklaması yoktu elbette bu sözlere. İçi nefretle dolmuştu ve nefretinin mantığını sorgulamak aklına bile gelmemişti.

Yeterince içtiğini düşünen nefretadam bardan çıkıyordu sonra. Daha kapıdan pek uzaklaşamadan bir grup insan ona doğru koşmaya başlıyordu: “İşte orada, koşun yakalayın, seni pis zenci.” Nefretadam önce neye uğradığını anlayamıyordu elbette. Çünkü, sözlerin muhatabı olan insanı etrafta aramaya başlıyordu.Daha sonra diğer nefretadamların kendisine doğru koştuğunu görüp kaçmaya başlıyordu. Kaçarken bir yandan da bağırıyordu: “Hayır ben zenci değilim. Ben de sizler gibi beyazım.” Öfkeden deliye dönmüş nefretadamlar topluluğu kahkahalar atıyordu. “Şu zenciye de bakın, kendisini beyaz sanıyor.” Kaçmak ve kovalamak üzerine dönüyordu film. En son bir yere sığınmış adam öfkeli kalabalığın sesini duyuyor ve düşünüyordu. Kimbilir belki de ilk defa sorguluyordu nefretinin anlamsız nedenini.

Şimdi düşünüyorum da; hayatın tıpkı o filmdeki gibi bir adaleti olsaydı. Çok değil sadece 10 dakika kim neden nefret ediyorsa ona dönüşseydi. O zaman insanlar seçemedikleri şeyler için birbirlerini yargılamaktan vazgeçip, insanları sadece insan olarak düşünmeyi ve öyle kabul etmeyi becerebilirler miydi?

Resim: Gürbüz Doğan Ekşioğlu

TERLİK VE ÇAYDANLIK

“İşlerimiz ters gitmesin diye” dedi. O yüzden geri dönüp çevirmiş terlikleri. Eğer terlikler ters durursa, yani olmaları gerektiği yöne bakmazsa yüzleri, işler ters gidermiş. Mahçup mahçup gülümsedi sonra: “Biliyorum anlamı yok ama yine de içim rahat etmiyor.” Güldüm ben de. “Boşver” dedim “senin terlikleri düzeltmenin kimseye bir zararı olacağını sanmıyorum.”
“Şaşırdın mı?” dedi. “Neye?” deyip gülümsedim. Gülümsedi o da. “Yok şaşırmadım” dedim “annem de çevirir terlikleri.” Bir süre sustuk. “Aslında” diye başladım lafa “daha başka şeylere şaşırıyorum ben galiba.” Derdim şaşkınlıklar üzerine konuşmak değildi. Sadece yol boyu susarak gitmenin ikimize uygun olmayışı nedeniyle rahatsız olmuştum. Çünkü henüz birlikte susacak ve bundan gocunmayacak kadar yakın değildik. İkimiz de birbirimizin, “ne sıkıcı insan” demesinden korkuyorduk galiba. Evet, saçmaydı ama öyleydi.

Ben şaşırmaktan söz açında nefes alıp gülümsedi. Az önce henüz birlikte susmak için çok erken olduğuna dair aklımdan geçenler belli ki onun da aklında geçiyordu. “Evet” dedi “neye şaşırırsın mesela?” Neye şaşırırdım sahi? Hayatın bütününe şaşıyordum ya bunu söylemekten vazgeçtim. Sanırım sıradan, klişe bir laf etmekten korktum ya da genel birşey söylemekten. “Ölümlere ve ölümden kurtuluş biçimlerine…” dedim. “Nasıl yani?” diye sordu. Ona şunları anlattım: “Zamanın birinde bir aile varmış. Akdenizin sıcağını bilirsin, çok insan o sıcaklarda yaylalara kaçar ve tüm yazı orada geçirirler. Bu aile de yaz tatillerini yaylalarda geçiren ailelerdenmiş. Eylül ayında, sıcaklar çekilince dönmüşler evlerine. Evi temizlemiş, eşyalarını yerleştirmişler. Çok da yorulmuşlar. Evin hanımı hemen bir çay koymuş. Ayaklarını uzatıp çaylarını içmişler. Kadın, adam ve çocuklar. Yorgunluktan olsa gerek hepsi olduğu yerde uyuyakalmış. Ama sabah hiçbiri uyanamamış.” Gözlerini ayırarak merakla sordu: “Neden?” “Çünkü, çaydanlığın içinde akrep varmış. Kadın çayı demlerken görmemiş onu. Akrebin zehri kaynayan suya akmış. Ve hepsini zehirlemiş.” Yine şaşkınlıkla sordu: “Bu gerçek bir öykü mü?” “Anneannem anlatmıştı. Gerçektir sanırım. Belki o da bir yerlerden duymuştur.”

Yine sustuk. Sanırım ikimiz de öykü üzerine düşünüyorduk. Ya da garip ölümler üzerine. Sessizliği bozan yine ben oldum: “Bu öyküyü duyduğumdan beri ne zaman çay koysam mutlaka içine bakarım, çaydanlığı iyice yıkarım.” Onun terlikleri düzeltme meselesine döndüğümü anlayıp gülümsedi. “Bu bir batıl inanç değil ama. Benim terlikleri çevirmeme benzemiyor.” Doğruydu, bu bir batıl inanç değildi ama batıl inançların da bu tip garip olaylardan doğmadığını kim söyleyebilirdi. “Evet.” dedim. “Eğer biri bir zaman ters dönmüş terliklere takılıp başını yere çarpmış ve ölmemişse.”

Fotoğraf: http://www.perksdg.com

BAY VE BAYAN ÇİKOLATALI PEYNİR

Önce adam bindi dolmuşa. Hemen ardından da o incecik kadın. İkisinden biri çikolata gibi kokuyordu. Ve ikisinin de yüzü bembeyazdı. Peynir gibi.
Kadın yanıma oturdu. Adam da hemen onun yanına. Bayan çikolatalı peynir çantasından çıkardığı sakız paketinden bir tane attı ağzına. Sonra paketi Bay çikolatalı peynire uzattı. Adam eliyle “hayır” dedi. Kadın omuz silkip paketi çantasına attı.

Hiç konuşmadılar. Bayan çikolatalı peynir sakızını cakırdattı ben camdan hızla gelip geçen görüntülere baktım. Çocuğunu okuldan almış eve dönen dağınık saçlı bir kadına, herşeyin bedava olduğunu ilan eden reklam panolarına, “bedavadan biraz pahalı” yazan bir dükkan vitrinine, inat etmiş bir köpeği sürüklemeye çalışan genç bir çocuğa, kızlı erkekli kalabalık bir grubun kahkahalar attığı dolmuş durağına, bir direğe yaslanmış sigara içen adama baktım.

Apartmanlardan başka bakacak birşey kalmadığında bayan çikolatalı peynir ,susmaktan sıkılmış olmalı ki, şöyle dedi: “Sakız istemediğinden emin misin?” Adam bir süre sessiz kaldı sonra: “Sen ikimizin yerine de çiğniyorsun zaten.” Bayan çikolatalı peynir sakızını çantasından çıkardığı bir kağıda tükürdü. Sustular.

Evler, geçti camdan. İnsanlar, ağaçlar, kedi ve köpekler… Ve karanlık. Ve elektrik direkleri. Ve yine karanlık. Bayan çikolatalı peynir hafifçe burnunu çekti. Adam ona döndü. Elini tuttu. Bayan çikolatalı peynir gülümsedi: “Sakız ister misin?” Adam elini uzattı. Güldüler. İlk durakta indiler. Bay çikolatalı peynir Bayan çikolatalı peynirin beline doladı kolunu. Karanlıkta kayboldular.

Fotoğraf:
http://www.allposters.com